10 Ara 2011

İŞ GÖRÜŞMESİNDE KAYBETTİREN 7 HATA


İK profesyonellerine göre iş görüşmesinde adayların en sık yaptığı hatalar…

Adayların yaptığı 7 hatalı hareket; görüşmeye hazırlıksız gelmek, yapmacık davranmak, ezbere yanıt vermek, aşırı makyaj yapmak ve uygunsuz giyinmek, profesyonelliğe aykırı davranışlar sergilemek, abartılı ve yanlış söylemlerde bulunmak ve soru sor(a)mamak olarak sıralanıyor.


Adaylar mülakata hazırlıksız geliyor

İK yöneticilerinin mülakatlarda en çok rastladıkları aday tipini, CV’si eksik ve özensiz olan, firmayı, sektörü, pozisyonun gereklerini, müşterilerini araştırmadan, hatta başvurduğu ilanı doğru dürüst okumadan görüşmeye gelen adaylar oluşturuyor. Bu adaylar genelde ne yapmak istediklerini, nasıl bir yerde çalışmak istediklerini de bilmiyorlar. Yapmacık tavırlar ise diğer bir olumsuz unsur…

Adaylar mülakatçıya profesyonel bir görüntü vermek adına doğallıktan uzak, aşırı mutlu, aşırı kendine güvenli ve pozitif tavırlar sergiliyorlar. Bu görüntü mülakatçılar tarafından “yapmacık” olarak nitelendiriliyor ve olumsuz değerlendiriliyor. Human Group Genel Müdürü Gaye Özcan mülakatı, adayla görüşmeyi yapan kişinin kurduğu bir “ilişki” olarak tanımlıyor. Ofislerde sigara içilen dönemde mülakat esnasında tiryaki olmayan adayların heyecandan sigara içme girişiminde bulunduklarını belirtiyor.


Ezberlenen yanıtlar adaylar komik duruma düşürüyor

Adayların mülakat sırasında sorulan sorulara internetten ya da kitaplardan alındığı belli olan standart yanıtları ezbere söylemeleri de mülakatçılar tarafından komik bulunuyor.


Aşırı makyaj, uygunsuz kıyafet İK yöneticisinin mülakata odaklanmasını engelliyor

Adayların en sık yaptığı hatalardan biri de mülakata aşırı makyajlı, kurumsal hayata uygun olmayan tarz ve renklerdeki kıyafetlerle, aşırı parfüm kullanarak ya da tersine, aşırı bakımsız bir şekilde gelmeleri. Özellikle kadın adayların mülakata giderken düğüne gider gibi saçlarını yaptırmaları ve dekolte kıyafetler giymeleri şaşkınlık yaratıyor. Erkekler ise bakımsız, yağlı saçlar ve kot pantolonla iş görüşmesine gelebiliyorlar. Bu durumlarda bazen mülakatçı, adayın kıyafetine ya da saçlarına takılıp, yaşadığı şaşkınlıktan sıyrılamayıp mülakata odaklanamıyor.


Profesyonellikten uzak davranışlar olumsuz etki yaratıyor

Adayların aşırı rahat ve profesyonellikten uzak davranışları mülakat yapan kişide olumsuz etki bırakıyor. Adaylar genellikle kararlaştırılmış randevuya geç kalacağını ya da gelmeyeceğini arayarak haber vermiyor. HRM Danışmanlık İnsan Kaynakları Danışmanı Elif Ejdar Özel, bu durumun en sık yaşadıkları sıkıntılardan birisi olduğunu ve özellikle yeni mezun, iş hayatının başındaki kişilerde bu durumla daha sık karşılaştıklarını belirtiyor.


Abartılı söylemler ve muğlak ifadeler mülakatçıda şüphe uyandırıyor

Bilim Yazılım ve Bilişim Danışmanlığı İnsan Kaynakları ve İdari İşlerden Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Evrim Funda İnkaya Horoz adayların iddialı bir şekilde ‘yaptım, biliyorum‘ dediği işler sorgulandığında alttan bambaşka gerçeklerin çıktığını belirtiyor. Adayın okuldan mezun olduktan sonra iki sene boşluğu sırasında neler yaptığı sorulduğunda Avrupa’yı gezdiğini söylemesi yalnız bu gezisini iş ya da dil öğrenmek için değil akraba ziyareti yaparak gerçekleştirdiğini dile getirmesi İK yöneticilerini şaşırtıyor.


Mülakatlarda adaylar özellikle işten neden ayrıldıklarını açıklarken zorlanıyor ve muğlak ifadelere başvurabiliyorlar. Ancak kurumlar işten ayrılma sebebini tüm gerçekliğiyle bilmek istiyor.

Soru sor(a)mamak adayın hazırlıksız olduğunu gösteriyor

Bazı adaylar soru sorma hakkı kendilerine verildiğinde susup kalıyorlar. Yönetsel pozisyonlarda bile bu durumla sıklıkla karşılaşılıyor. “Acaba hangi soruyu sormak uygun olur?” endişesi adayların sessiz kalmasına yol açıyor. Oysa adayın soru sormaması ya da soramaması şirkete ya da pozisyona olan ilgisizliğinin ve hazırlıksızlığının bir göstergesi olarak kabul ediliyor. İlk görüşmede maaş ve terfi olanaklarını soran adaylar da sabırsız olarak nitelendiriliyor.


Y Kuşağı mülakatlarda daha cesur!

İK yöneticileri, Y Kuşağını mülakatlarda en cesur hareket eden grup olarak gösteriyor. Türk Tuborg İK Uzmanı Esra Uysal Y Kuşağının İK süreçlerini, şirket kültürünü ve hatta şirketin SPK sonuçlarını takip ederek, şirketin gelecek planlarını sorguladığını, şirketin kültürüyle ve çalışanların entelektüel seviyesi ile ilgili sorular sorduğunu belirtiyor. İK yöneticileri yeni neslin genelde ezberci, rahat tavırlı, azim ve aidiyet duygularından yoksun olduğunu, gülümsemediğini ve göz teması kurmadığını belirtiyor.


30 Kas 2011

Yeni düzen oluşturmak kadar güç, başarı şansı az ve uygulanması tehlikeli olan başka bir şey yoktur.


Çünkü, eski düzenden çıkarı olanların tümüDeğişimi isteyenlerin düşmanıdırlar. Yeni düzenden yararlanacak olanlar da, değişime sadece pasif bir destek sağlarlar. Bu desteğin pasif olmasının nedeni, biraz eski düzenden yana olanların düşmanlığından korkmaktan, biraz da insanların yeni ve denememiş şeylere karşı duydukları güvensizlikten kaynaklanır. Bundan şu sonuç çıkar: Düşmanlar her zaman şiddetle saldırırlar. Diğerleri ise pasif bir şekilde karşı koyarlar.”Niccolo Machiavelli (1469-1527) 


http://www.evrimkuran.com/default.aspx?pid=47032&nid=36177

28 Kas 2011

Tesadüf Sandığın Gerçek

Baskıların ardarda geldiği, 
Sürekli koşuşturma içinde olduğun hızlı bir dönemin ardından.
Birden hız kesilir. 
Dün ile karşılaştırdığında bugünü
Hayret edersin nasıl birden yok oldu onca iş dersin 
Kişilerde, görevlerde birden çekilmiş kenara.
Durgunluk ve hayatının hızının azaldığını hissettiğinde,
Derin bir boşluk yayıldığında içine, 
Bilmelisin bir şeylerin habercisi olduğunu... 
Seyirci gibi kalabildiğinde etrafına
Sanki sen tek başına varmışşın da 
Diğer kişiler farklı bir hayatın içindeymiş gibi etrafında zannedersin
Sonra birden hikayenin dışından birleri düşer önüne 
“Aaa ne tesadüf” dersin.  
Tesadüf sandığın imkan karşına düşer birden 
Başka bir oyunun habercisi, oyun kurucusu veya oyuncusu 
Tepkini ölçer, yaklaşımını, olumlu tepkini bekler 
Sen zannedersin ki  herşey senin söylediklerinden yaptıklarından 
Değildir oysa 
“Şansa bak” dersin 
Değildir oysa 
Bir emek hakedişin, bir başka öykünün verilişidir 
Bir başlangıç ve bir son bir arada
Bir devrin kapanışıdır ama o kadar  heyecanlı  hissettirmez
Bir kutlamadır ama  sukunetle ve tek başına karşılanması gereken 
Direnirsen  de direnmesende farketmez. 
Yeter ki oyunun kurucusu zannetme sen kendini 
Zannetme ki,
oyunu  geçenlerden, 
kazananlardan olabil.

Ceyda Tekin 
Dönüşüm Konağı



Asıl güç vicdan azabı çekebilendedir.

Asıl güç vicdan azabı çekebilendedir.
İnsanlara iyilik yapmak için mi el uzattın, 
Yoksa kendi hayatını kolaylaştırmak için mi? 
Yedin mi bilerek başkasının hakkını ? 
Sen tokken evinde, aç komşuna razı geldin mi? 

16 Kas 2011

Yeni nesil internet tabanlı-sermayesiz-network kazançları (Proje sahibini tanıyorum.Mali özgürlüğü hedeflerine koymuş olanlar için katılım tavsiye edilir.)




PROJEX RESMİ LANSMANI 20 KASIM 2011 PAZAR GÜNÜ SAAT 13:00 DE GAYRETTEPE DEDEMAN OTELİ'NDE YAPILACAKTIR. KATILIM İÇİN TÜM ÜYELERE MAİL ATILACAK. PROJEX UYELERİ 2 BEKLEYEN UYE İLE KATILABİLECEKLER. UYELERDEN TEK BAŞINA YALNIZ OLARAK KATILIM ALINMAYACAK. HENUZ UYE OLMAYAN YALNIZ OLARAK VEYA ARKADAŞLARI İLE KATILABİLİR SEMİNERE. KATILIMCI SAYISI 200 KİŞİ İLE SINIRLIDIR. KATILIM İÇİN ARKADASLARINI GETİ
RECEK OLAN DA TEK GELECEK OLANLAR DA İSİMLERİNİ VE KESİN KATILIM BİLGİLERİNİ AŞAĞIDAKİ NUMARADAN KAYDETTİRMELERİ GEREKMEKTEDİR. SEMİNER GÜNÜ KAPIDA BEN GELDİM DİYEREK İÇERİ GİRİLMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR ÖNCEDEN KESİN KAYIT YAPTIRMANIZ GEREKLİ.
0 507 707 70 20 DEN MURAT VE METE BEY'DEN KAYIT YAPTIRABİLİRSİNİZ.


-- http://www.7x.com.tr/?idx=&idXRef=


Levent Kafadar

14 Eki 2011

Mutsuz bir evlilik mi yalnız bekârlık mı?

Bekâr kızların "neden evlenemedim?" serzenişi zamanla önemli bir üzüntü kaynağına dönüşür: "Sınıf arkadaşlarımın çoğu, kuzenim, komşumuzun kızı vb. evlendi, benim beyaz atlı prensim niye oyalanıyor?

Üstelik yeni evlenen şu akrabamızın kızından daha güzelim. O zaman benim eksiğim ne?"

Canhıraş dualarla ümitsizlik arasında salınım başlar.

Hem "Hâlâ birini bulamadın mı?" şeklindeki sosyal baskı hem de fıtri bir ihtiyacın yerine gelmemesiyle, bekâr kalmak önce bir eksiklik sonra da mahrumiyet duygusunu doğurur. Şeytanın da yardımıyla mahrum kalınan şey sanki olmazsa olmazdır. Evlenmek fikrini içinden atarak takıntıdan kurtulmaya çabalar bazıları. Söküp atmaya çalışmak kördüğüm olmuş takıntıya bir ilmik daha atmaktır hâlbuki.

Bekâr kalmayı önce bir takıntıya sonra da olmazsa olmaza dönüştürmeye değer mi?

Said Nursi'nin Emirdağ hayatının 1948-53 yılları aralığında yazdığı mektuplardan biri bekâr hanımlarla ilgili ciddi endişeler içermekte. Nursi, bu zamanın eski zamanlara benzemediğini, yarım asırdır (şimdi bir asır oldu) İslam terbiyesinin yerine dünyevi bir terbiyenin sosyal hayata hâkim olduğunu, erkeklerin ebedi bir hayat arkadaşı ve bunun bir neticesi olarak da dünya hayatında bir saadet elde etmek için evlenme yerine "o bîçare zaîfeyi daimî tahakküm altında, yalnız dünyevî gençliğinde sever" şeklinde günümüzde oldukça yaygın bir durumun haberini verir. Günümüz evliliklerinin birçoğunda hâkim olan anlayışın ta o yıllarda bir analizini sunar: "Ona verdiği rahatın bazan on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer'an küfüvv tabir edilen birbirine denk olmazsa, hukuk-u şer'iye nazara alınmadığından hayatı daima azab içinde geçer." Son cümlenin kalın kalın altını çizmeli.

Mektup kadınları izdivaca sevk eden sebeplerin analiziyle sürer. Birinci sebep cinselliktir. "...kadın, on dakikalık o zevk için on ay çocuğu kendi vücudunda zahmetini çekmekle on sene çocuğun hayatına yardım ile meşakkat çeker. Demek o on dakikalık fıtrî meyl, bu uzun meşakkatlara sevk ettiği için ehemmiyeti kalmaz. His ve nefis, onunla onu izdivaca tahrik etmemeli," diyerek cinselliğin evliliğin temel sebebi haline getirilmemesini ister.

İkinci evlilik sebebi kadının "maişet noktasında bir yardımcıya muhtaç" oluşudur. Ancak narsisizm çağında kişiliklerin deforme olması ve kimyasının bozulmasıyla "terbiye-i İslâmiye dersi almayan, serseriliğe, tahakküme alışanlar..." diyerek, erkekler hakkında, erkeklerin kendileri üzerinde uzun uzun düşünmesini gerektiren bir tespit yapar. Güç ve kuvvet peşinde koşan erkeklerin evliliklerde parayı bir tahakküm aracı olarak kullanması hiç de az değildir. Bekâr hanım talebelerine şunu önerir Nursi: "O küçük bir iaşesi hatırı için tahakkümler altına girip riyakârane kocasının rızasını tahsil etmek yolunda hayat-ı dünyeviye ve uhreviyesinin medarı olan ubudiyeti ve ahlâkını bozmak bedeline, köy kadınları gibi kendi nafakasını kendi çalışması ile kazanmak, on defa daha kolaydır." Analizin bu kısmı "O rızık hatırı için namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevc aramak, riyakârane çalışıp tahakkümü altına girmek; elbette Nur talebesinin kârı değil." cümlesiyle sona erer. Burada tek başına namaz da kâfi değildir, hem namaz kılan hem ahlaklı bir zevc önerir Nursi.

Üçüncü evlenme sebebi çocuk sahibi olmaktır ve kanaatimce günümüzde kadınların evlenme isteklerinin başında yer alır. Bu talebi fıtri görmekle beraber uyarısını da yapar Zamanın Bedii: "Şimdi terbiye-i İslâmiye yerine giren terbiye-i medeniye ile on taneden bir-iki hakikî evlâd, kendi vâlidesinin şefkatine mukabil fedakârane hizmet ve dindarane dualarıyla ve hasenatlarıyla vâlidesinin defter-i a'maline haseneler yazdırmak ve âhirette de sâlih ise vâlidesine şefaat etmek ihtimaline mukabil, ondan sekizi o haleti göstermediğinden; bu fıtrî meyl ve nefsanî şevk ile o bîçare zaîfeler böyle ağır bir hayata kat'î mecbur olmadan girmemek gerektir."

Nursi, "Tam muvafık ve dindar ve ahlâklı bir zevc bulmadan kendini açık-saçıklıkla satmasınlar," sözüyle uygun olmayan kişililerle yapılacak evliliklerde özellikle kadınların yaşayacağı üzüntülerin farkındadır ve bekâr hanımlar için hem dünyaları hem de ahiretleri açısından oldukça endişelidir. Buradaki "açık-saçıklıkla satmasınlar" ifadesi, evlenecek bir erkek bulma uğruna yaşam ilkelerinden taviz vermemek, O'nun emirlerinden vazgeçmemek olsa gerektir. Taviz verilerek kurulmuş evliliklerde kadınlar bu tavizin kendi bedenlerinde ve kişiliklerinde onarılması güç sonuçlarıyla bir evliliği sürdürmek zorunda kalmaktadırlar.

Peki, beyaz atlı prens ortalıkta görünmüyorsa?: "Nur'un bir kısım fedakâr şakirdleri gibi mücerred kalıp tâ ona lâyık ve ebedî bir arkadaş olacak ve terbiye-i İslâmiye'yi almış vicdanlı bir müşteri ona çıksın. Ve saadet-i ebediyesi, muvakkat bir keyf-i dünyevî için bozulmasın ve medeniyetin seyyiatı içinde boğulmasın."

Nursi, burada hayırlı bir eşin özelliklerini de sıralamış olur: 1-Ebedi hayat arkadaşı olma niyeti taşımalı 2-İslam terbiyesi almış olmalı. 3-Vicdanlı olmalı. Sonuncusu kişilik özelliği olarak dikkate alınması gerekli kıymetli bir ölçüttür.

Tam muvafık olmayan biriyle kurulan kötü bir evlilik yalnızlıktan çok daha zordur. Ve kötü bir evlilik yalnızlığı gidermediği gibi üstüne üstlük bir de kişileri üzüntüye, mutsuzluğa boğar.

Nursi'nin tespitleri sanki şu tercihe gelir dayanır: Yalnızlık mı yoksa hem yalnızlık hem yoğun bir üzüntü ve keder mi?

Bu dünya, evlilerin de bekârların da öldüğü bir dünyadır.

Evliler bu dünyada sonsuza dek evli kalmadığı gibi bekârlar da öte dünyada sonsuza kadar yalnız kalacak değillerdir.

Zamanın Bedii'nin şu cümlesi de hayatta hepimizin farklı farklı mahrumiyetleri için derin bir teselliyi içerip aklımızı başımıza getirir niteliktedir:

"Aklı başında olan insan ne dünya umurunda kazandığına mesrur olur ne de kaybettiğine mahzun olur."

m.ulusoy@zaman.com.tr  



Her ne yaşadıysan veya yaşıyorsan; bil ki, onlar seni ebediyete götürecek yolu döşeyen taşlardır.


Suratını asma kaderine.
Gülümse.

Nedir ki seni zavallı yapan? Günlerdir, haftalardır, aylardır, kim bilir yıllardır bir kendine acımadır tutturmuş gidiyorsun. Ayağına taş değse, ah vah etmek, kendine acımak için hazır bekliyorsun.

İstediğin bazı şeylerin olmaması mı yürüdüğün yolları sarp, soluduğun havayı keskin yapan? Nereden biliyorsun neyin şer, neyin hayır olduğunu? Nasıl bu kadar eminsin? Kendini arıyorsun, ama yanlış yerde. İçinde kendini yitirip gittiğin yol başka bir yönde.

Ah vah ettiğinde, sızım sızım sızlanıp şikâyet üzerine şikâyet sıraladığında, dur. Ve bak.

Ayaklarına bak mesela. Ayaklarının nasırına bak. Yürütüldüğün yolların izlerini gör nasırların çizgilerinde. Yüzüne bak. Bir kedinin gözlerine bak. Bir yağmur damlasına bak alnına düşüp yüzünden süzülen. Gözlerini alan güneşe bak. Sabah uyanınca aynada kendine bak.

Bir sabah uyanınca aynada kendine bak; hakkının kendini bir zavallı olarak görmek olmadığını, yapmak gereken tek bir şey olduğunu düşün. Sonra da kullan o tek hakkını, sonsuz şükret.

Olmadı, içine bak.

Hüzünlerine bak mesela. Acılarına bak. Bak ki, içine yer etmiş bin bir çeşit duygunun sana dert değil derman olduğunu gör.

Verilen her nimet sınav olduğu gibi verilmeyenlerin de bir sınav olduğunu bir kere daha hatırla.

Her ne yaşadıysan veya yaşıyorsan; bil ki, onlar seni ebediyete götürecek yolu döşeyen taşlardır.

Evlendin, çocuğun mu olmadı? Çocuğun oldu, erkek mi olmadı? Erkek oldu, otistik mi oldu? Hiç mi evlenemedin? Baban bir kere bile sarılmadı mı sana? Annenin yüzünü bir kere bile görmedin mi? Baban çekip gitti mi ardına bile bakmadan? Çocukken başına istenmeyen şeyler mi geldi?

Yine acıma kendine.

Her ne yaşamış olursan ol, kendini zavallı biriymiş gibi görüp kendine ihanet etme.

Hayatım yanmış bir sayfa diyerekten, için için ağlarken, inlerken duyguların; yara almadan gitmek mi istersin dünyadan?

Hayatın hüznünü yenmeden nereye?

Ne eksiğin var Allah aşkına? Sana verilmeyen hangi şey, sana bahşedilmiş hayattan daha büyüktür?

Ağlıyorsun. Kendine. Kendi kendine.

Daha ne istiyorsun sabah güneşi gizlice sızarken odana?

Daha ne istersin? O'nu tanıyorsun.

Daha ne istiyorsun? Ebedi bir hayata namzetsin.

Daha ne isteriz ki? Öleceğiz ve ebedi hayatın kapısını çalacağız eninde sonunda.

Baksana, bir bardak su verdin annene. Bir başkasının kapısını çaldın. Sızlanacak ne var? İhanet edecek ne var kendine.

Neden mahrum kaldıysan, kaderindir senin o.

Nefsinin seni bir zavallı gösterme oyununa kanma.

Ne diyor şair Jean-Theodore Brutsch biliyor musun? "Kahraman olman/Savaşa soyunmak değildir nefretle.../Kahraman olmak/Sürüklemek değildir açgözlü yığınları/Görkemli ölümlere.../Kahraman olmak/Gülümsemesini/Ve umudunu korumasını bilmektir/Hüzünlerin, düş kırıklıklarının/Ve güç koşulların o tedirgin saatlerinde.../Bunu namus sözü edinmektir!"

Kahraman ol.

Kaderine gülümse.

Kahraman ol.

Her ne yaşarsan yaşa, kendine acıma.

m.ulusoy@zaman.com.tr  


Bilim ve İnanç



Üniversite öğrencisi değerli bir okurumdan aşağıdaki mektubu aldım.

Damdan Düşen Psikolog gerçekten güzel bir kitap, sizi tebrik ediyorum, ama kitabın 160. sayfasında ''inancın olduğu yerde bilim olmaz'' demişsiniz. İşte burada size katılmıyorum. Uluğ Beğ'in rasathanesini, batı dillerine çevrilen Uluğ Bey Zayiçesi'ni; fıkıh eğitimi almış 5 vakit namazında olan ama yazdığı 'Tıp Kanunu' isimli kitabı yıllarca Avrupa’da ders kitabı olarak okutulan İbn-i Sina'yı; hem kadılık yapan yani islami kuralları çok iyi bilen, uygulayan felsefeci İbn-i Rüşd'ü tanımıyorsanız bir daha ne kitap yazın ne seminere çıkın... Fikrinizi bekliyorum.

Sanırım burada bir yanlış anlama var; benim “inancın olduğu yerde bilim olmaz” sözü, sanırım ‘inanan insandan bilim adamı olmaz’ gibi anlaşılmış. 


yazının devamı.....

http://www.dogancuceloglu.net/yazilar/767-bilim-ve-inanc


13 Eki 2011

Bilişim teknolojileriyle Anayasa arasında ilişkiye kafa yorarken,

Steve Jobs’u yalnızca bir bilişimci olarak görüp geçmek mümkün olmazdı. Zira birçok anayasa ve anayasal düzenden daha büyük bir etki gücü oldu.

Onun yıllar önce Stanford Üniversitesi’nde yaptığı konuşma dikkat çekiciydi. Şöyle diyordu Jobs: Zamanınız sınırlıdır. Bunu başkalarının hayatını yaşayarak boşa harcamayın. Kendinizi başkalarının düşünsel ürünü olan dogmalarla sınırlamayın/daraltmayın. Başkalarının seslerinden kaynaklanan gürültünün kalbinizdeki sesi boğmasına izin vermeyin. En önemlisi: Kendi kalbinizi ve sezgilerinizi takip ederseniz, gerçekte ne olmak istediğinizi bilirsiniz. Onun dışındaki her şey teferruat!”



okunmaya değer yazının devamı;

http://www.stargazete.com/yazar/osman-can/baskalarinin-hayatini-yasamak-haber-389067.htm




3 Eki 2011

Yüzüncü Maymun Fenomeni


Pasifik Okyanusu'nda irili ufaklı birçok ada. Bu adalarda Macaca Fuscata türü Japon maymunları yaşıyor. Bu adalardaki maymunların doğal ortamları içindeki davranışları otuz yılı aşkın bir süre bilim insanları tarafından gözleniyor.

1952′de Koshima Adası'nda bilim insanları maymunların beslenmesi için kumların içine tatlı patates bırakıyorlar. Bu adanın maymunları da tatlı patatesin tadından hoşlanıyor ama yiyeceklerinin kumlu olması hiç de hoşlarına gitmiyor. Ama can boğazdan gelir diyerek kumlu da olsa tatlı patatesleri yemeye devam ediyorlar.

Bir gün, on sekiz aylık İmo isimli dişi maymun bu soruna bir çözüm buluyor, İmo, tatlı patatesleri en yakın su birikintisinde yıkayarak yemeyi akıl ediyor. Bu buluşunu annesine de öğretiyor, İmo'nun arkadaşları da patateslerini yıkayarak yemeyi öğreniyor ve kendi annelerine de öğretiyor. Bu yeni davranış biçimi bilim insanlarının gözleri önünde, yavaş yavaş maymunlar arasinda yayılıyor.

1952 ve 1958 yılları arasinda genç maymunlar, beslenmelerini daha zevkli hale getirmek için, kumlu tatlı patateslerini yıkamayı öğreniyorlar. Bu daha sağlıklı ve zevkli yeni davranış biçimini çocuklarını taklit ederek onlardan yeni bir şey öğrenen yetişkin maymunlar da kazanıyor. Yeniliklere açık olmayan, çocuklar ve gençlerden de öğrenilebileceğini düşünmeyen, kendi bildiklerini tekrar eden yetişkin maymunlar ise kumlu patates yemeye devam ediyor. 1958′in sonbaharında çok şaşırtıcı bir şey oluyor. Koshima maymunlarının bir kısmı (diyelim ki 99 maymun) artık patateslerini suda yıkayarak yemeyi öğrenmiş oluyor.

Bir sabah, gün doğarken yüzüncü maymun da patateslerini yıkayanlar arasına katılıyor. İşte o an her şey değişiyor. Aynı günün akşamı, adadaki hemen hemen tüm maymunlar, patateslerini yemeden önce yıkamaya başlıyor. Yüzüncü maymunun ilave enerjisi her nedense devrim yaratıyor! w00t21 w00t21

Ama hikâye bitmedi. Bilim insanlarını şaşırtan asıl sürpriz, bu adayla doğrudan bir ilişkileri olmadığı halde, diğer adalardaki maymun kolonilerinin de aynı anda patateslerini yıkamaya başlamaları… Yeni bir düşünce ve davranış tarzı, toplumları oluşturan fertlerin belirli bir oranı tarafından benimsendiği an, bu yenilik, mesafenin önemi olmaksızın zihinden zihine aktarılabiliyor. w00t21 w00t21
Yani, "Yüzüncü Maymun Fenomeni" denilen bu fenomen şunu gösteriyor: Yeni bir düşünce, yeni bir yol, toplumda sadece belirli sayıda insanlar tarafından biliniyorsa, bu yenilik sadece o kişilere ait bir şey oluyor.

Ama "bilenlerin" sayısı belli bir kritik noktaya ulaştığı an, sadece bir kişinin daha "yeni yol"a katılması, toplum bilincinin aşama geçirmesine yol açıyor. Yeni düşünce, birdenbire herkes tarafından düşünülmeye başlanıyor. Niceliğin niteliğe dönüşme noktası… 47

"Yüzüncü Maymun Fenomeni", Duke Üniversitesi'nden Doktor J.B. Rhine tarafından değişik deneylerde tekrarlanıyor. Sonuç her seferinde aynı. Bugüne dek mutsuz, huzursuz, bencil, korku dolu, karamsar bir dünya süre geldi. Zihinlerde hala taş devri korkularmı taşıyoruz. Yeniliklere açık, farklı düşünenler ise aşağılanıyorlar, alay ediliyorlar, toplum dışına itiliyorlar. Cesaretleri takdir edilmek bir yana söndürülmeye çalışılıyor bu insanların… Einstein bile teorisini ilk ortaya attığında meslektaşları tarafından kınanmış. Sıradan insan asla büyük insan olamaz. Doğar, yaşar ve ölür. Buna yaşamak denirse! Dünyada mutlu, huzurlu, sevecen, aydınlık dolu insanlar yok mu? Cesur bir dünya isteyen ve bu uğurda çaba göstermekten çekinmeyen, her şeyi göze alan insanlar yok mu? Elbette var. Sayıları gittikçe de çoğalıyor. İnsanın, insanlık boyutunda devrim yapabilmesi için yüzüncü maymunun aralarına katılmasını bekliyorlar. "Yüzüncü Maymun" belki de sizsiniz.


23 Eyl 2011

Fwd: 100 HAYAT 12 Saatte Nasıl Değişti?

---------- Forwarded message ----------
From: Para Durumu <paradurumu@euromsg.net>
Date: Fri, 23 Sep 2011 17:20:04 +0300
Subject: 100 HAYAT 12 Saatte Nasıl Değişti?
To: lkafadar@gmail.com

[image: ]

Üyelik Bilgileriniz
[image]
[image]
[image]
[image]
[image]
[image]
[image]
Paylaş
İzinsiz Gönderim Bildir
Üyelikten Ayrıl
[image]
[image]Bu e-postayı düzgün görüntüleyemiyorsanız lütfen tıklayın
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
100 HAYAT
12 Saatte Nasıl Değişti?
[image: ]
[image: ]

[image: ]
[image]ÖZLEM DENİZMEN HAKKINDA - ÖZLEM'E SOR - PARA DURUMU - VIDEOLAR
[image: ]

100 hayat 12 saatte nasıl değisti?

Her şey Çocuklar İçin' deyip, Beşiktaş Lütfi Banat İlköğretim
Okulu'nda 5. sınıflardan 100 öğrenci ile 'PARA DURUMU' finansal
okuryazarlık eğitimleri düzenledik. Ben Mart-Nisan aylarında altı
hafta boyunca öğle tatilimde ikişer saat bu çocuklarla buluştum.

NELER YAPTIK?

Para yönetimi çocukluk yıllarında öğreniliyor. Nasıl başlarsa yine
öyle devam ediyor. Para esasında evde, anne-babadan (duyduğunla değil)
gördüğünle öğreniliyor. Ama şöyle bir gerçek var ki, çocuğumuza doğru
birkaç basit yönlendirme yapıp, onun finansal hayatını
degiştirebilirsiniz. Biz onlarla birçok aktivite yaparak, öncelikle,
parayı baştacı yapmaları gerektiğini işledik. Ama para hayatımızda
yokmuş gibi de yaşamayacağız dedik, (itiraf edelim birçoğumuz para
konularıyla uğraşmamak için 'elimin kiri', 'işim olmaz', 'ben anlamam'
diye atıveriyoruz başımızdan) onu kabul edip, kontrol edip yönetmek
işin sırrı.

NE KONUŞTUK?

Bir sürü... Öncelikle paranın bir amaç değil araç olduğunu, sonra
hayattaki hedefleri, harçlık düzeninin, ilk para eğitimi, birikimin
önemi, evin elektrik faturası... Önce sağlık dedik ve Dr. Sima Filizer
ile sağlık yatırımını konuştuk. Sonra çevre dedik ve Ayhan Şahenk
'Sevgi Ormanı'na 80 ağaç diktik, İMKB'nin katkılarıyla borsa binasına
gittik, finansal yatırımın şirketlere ortak olmanın önemini canlı
canlı tecrübe ettik. Çocuklarla PARA konularını oyunlarla, eğlenceli
bir şekilde irdeledik. Okul müdürü Süleyman Yıldız, öğretmenler ve
velilerin katkılarıyla, son hafta, panayır düzenleyerek tüm okuldaki
öğrencilerin GİRİŞİMCİ olmaya teşvik ettik.

Bu çalışmanın sonuçlarını, İnfakto araştırma şirketi bağımsız ve
bilimsel bir sekilde ÖLÇTÜ.

İşte ÇARPICI SONUÇLAR:

1. ÖZGÜVEN İKİ KAT: Eğitim alan çocukların yüzde 52.6'sı kendilerini
parasal konular hakkında bilgili görürken, bu yüzde eğitime katılmayan
çocuklarda yüzde 27.9.

2. EVDE PARA KONUŞULUYOR: Toplumumuzda 'tabu olan' para konularını,
eğitim sonrası yüzde 75'i konuları aileleriyle konuşabiliyor.

3. KORKU AZALIYOR: Çocukların parasal konulardaki korkuları üzerinden
attıkları ve ölçülmeyen konularda da pozitif değişim sağladıkları
gözlendi.

4. HEDEFLİ BİRİKİM: Eğitime katılan çocukların yüzde 92.9'u şimdiden
geleceğe yönelik hedefler için birikim yapmayı düşündüklerini ifade
ediyor.

5. ÖNCE SAĞLIK: Çocukların yüzde 98.2'si ilk önce sağlık için yatırım
yapılması gerektiğini söylüyor. Artık abur cubur yerine sebze, meyve
yiyiyorlar.

6. 'ÇEVREMİZ VARSA BİZ VARIZ': Çocuklar çevreye yatırımın
gerekliliğini ve sürekliliği önemsiyor, ağaç dikmeye bayılıyorlar.

[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image: ]
[image]
[image]
[image]

Üyelik Bilgileriniz
[image]
[image]
[image]
[image]
[image]
[image]
[image]
Paylaş
İzinsiz Gönderim Bildir
Üyelikten Ayrıl
[image]
[image]
[image]


-

22 Eyl 2011

Size bir nasihat: çocuklara nasihat vermeyin!

Her veli ya da öğretmen çocukları için daha iyi bir gelecek düşlüyor.

Onların başarılı olmasını istiyor. Ama çoğu aile maalesef bunun için en etkisiz yöntemi seçiyor. Yani nasihat vermeyi.

Çocuklara nasihat verdiğimiz zaman, onlara en büyük kötülüğü yapıyoruz.  Nasıl mı? Arz edeyim.

GÜÇ İLİŞKİSİ

Nasihat verdiğimiz zaman çocuk ile aramızda bir güç/otorite ilişkisi yaratıyoruz. 
Bilen/bilmeyen ya da öğreten/öğrenen oluşturuyoruz.

Sırf bu dünyada daha fazla zaman geçirdik diye, bilgilerimizin ve görüşlerimizin çocuğunkinden daha önemli ve değerli olduğunu düşünüyoruz.

Bilmek, sadece yaşla orantılı değil. Bilmek aynı zamanda; hayal gücü, düşünme gücü, çocuksu deneyimler ile de kazanılabilir.

Nasihat vererek, onların dünyalarını hiçe sayıyoruz. Bu da beraberinde birçok sorun getiriyor.

ÇOCUĞU YOK SAYMAK

Nasihat vermek yarattığı güç dengesi ile, çocuğun görüşlerini yok sayıyor.

Çocuğun bilgisini ve görüşünü değersiz kılıyor. Bilen benim, bilmeyen sensin mesajı veriyor.

Bu şekilde de çocuğun sadece fikirlerini değil, kimliğini reddedmiş oluyoruz. Değersizleştiriyoruz.

NASİHAT VE ÖĞRENME

Nasihat çocuğun öğrenmesini ve gelişimini de engelliyor.

Ona hazır doğrular (!) sunulduğu için çocuk araştırmayı, öğrenmeyi, merak etmeyi, denemeyi  ve öğrenmeyi bırakıyor.

Annenin ve babanın sunduğu nasihatlar ile belirlenen doğrular  (!) dünyasında, gelişim göstermeden hayatına devam ediyor. Kendi kararlarını veremiyor.

Çocuğu anneye ve babaya bağımlı hale getiriyor ve çocuk kendisi için düşünmeyi bırakıyor.


NASİHAT VE SORUMLULUK

Anne ve babasına bağımlı olan çocuk, sorumluluk almaktan da vazgeçiyor.

Zorluk ile karşılaştığında düşünüp çözüm üretmek yerine, sorumluluğu ailesine bırakıyor. Bu şekilde bilinç de kazanamıyor.

Nasıl askerler kararlar için komutanlarına bağlıysa, çocuklar da annelerine ve babalarına bağlı oluyor.

Onun için nasihat en kötü öğretme ve eğitim yöntemi. Peki hiç mi nasihat vermeyelim?

NE ZAMAN NASİHAT VERİLMELİ?

Hani nasihat güç ilişkisi yaratıyor, çocuğun sorumluluk almasını ve öğrenmesini engelliyor dedim ya, aslında bunu nasihat yaratmıyor.

Zaten doğal olarak aile ve çocuk arasında gelişen bu güç dengesini nasihat perçinleştiriyor.

Aile ve çocuk arasında güç dengesi oluşmalı, sağlıklı olan bu. Zaten çocuk da bunu talep ediyor.

Ama ailenin görevi,  zaten doğal olarak gelişen bu güç dengesinden çocuğu kurtarmak ve bağımsız birey olarak yetiştirmek.

İşte nasihat vermek bunu engelliyor. Güç ilişkisini devam ettiriyor. Çocuğu edilgenleştiriyor.

O zaman ne yapalım?

ÇOCUK HAZIR OLUNCA

Çocukların her zaman anne, baba ve öğretmenlerin rehberliğine, deneyimlerine ve nasihatlarına ihtiyacı var. Bu yadsınamaz.

Rehberlik ve nasihat çocuk talep ettikçe sunulmalı. Ailenin görevi de burada çocuk için deneyim yaratmak (tabii bu musibet olmak zorunda değil) ve çocuğun nasihat ve görüş talep etmesini sağlamak.

İşte o zaman nasihat sorun olmaktan çıkıp, çocuğun gelişimine katkı sağlıyor.

Yeni öğretim yılı nasihatlar ile başlayınca, ben de kitleye uyup bir nasihat vereyim dedim.

(Tabii ki talep edenler için : ))

Not: Tartışmalar ve yorumlar için www.facebook.com/bolatozgur adresindeyim.



Soru: Haftada 5 gün çalışılan işyerinde, günlük çalışma saati kaç saattir?

 

Cevap: Haftalık çalışma saati 45 saattir. Günlük 11 saati aşmamak üzere bu süre(45 saat) çalışılan gün sayısına bölünerek, günlük çalışma saati bulunur. Haftada 5 gün çalışılan işyerinde, günlük çalışma saati 9 saattir(ara dinlenme hariç). 
Ekrem SARISU - POSTA


Bir hesap yapalım o zaman ;

Bir günde 9 saat c.tesi ve pazar ı yok sayalım o zaman 22 gün eder ayda. Bu durumda 22*9=198 saat/ay.

Elinize geçen net maaşı 198 e bölerseniz saatinizi kaç TL'ye kiralamışlar bulursunuz.Saatlik ücretinizin ne olduğu ortaya çıkar.

hayırlı olsun.

19 Eyl 2011

Ecelbeşiği-Birini anlamak sanıldığından zordur. Birini, yani bir düşünsel yapı'yı, bir bütünü, bir kompleksi...



ÇAY VE ZEKA


- Beslenmeyle doğrudan ilişkili öyle mi?

- Aynı şey mesela demir için de geçerli. Zamanında Türkiye’nin yarısı aptaldır lafı çok tepki yarattı. Bunu bu şekilde ifade etmek hoş olmadı, ama Türkiye’nin yarısında demir eksikliği, kansızlığı var. Demir eksikliği zihinsel eksiklik yaratır. Sonuçta demir üstünden düşünürsek Aziz Nesin haklıydı.

Türkiye’de çay tüketiminin de buna katkısı var. Demirin emilimini olumsuz yönde etkiliyor. Ama diğer taraftan çay iyi bir anti oksidan.

- Yemekten hemen sonra çay içme adetimiz var. Doğru mu?

- Şekerle içmediğiniz takdirde hiçbir zararı yok. Yemekten hemen sonra çay içilebilir.

- Demirin emilimini engellediği için iki saat sonra içmek gerektiği söyleniyor.

“ÇAYI ŞEKERSİZ İÇİN!”

- Üç saat.  Ben tekrar omega-3’e dönmek istiyorum. Çünkü hayati bir olay. Omega-3’ün eksikliği insanları şeker hastalığına itiyor. Damarların sertleşmesine yol açıyor. Pıhtılaşabilirlik oranın artmasına, dolayısıyla kalp damarının veya beyin damarının pıhtıyla tıkanıp “inme” veya “enfarktüs” olmasına yol açıyor. Bir yandan omega-3 kaynaklarımız çok azaldı Toplum olarak zaten balığı çok az tüketiyoruz. Omega-6’yı çok tükettiğimiz için omega-3’ün yolunu kesiyoruz. Artık kesin olarak biliyoruz ki, ayçiçeği ve soya yağı kansere sebep olabiliyor. Akciğer kanseri, meme kanseri, kalın bağırsak kanseri, şeker hastalığının oluşumunu kolaylaştırıyor.

- Ayçiçeği de bir bitki. Neden zararlı? Kimyasal yapısından dolayı mı, üretim hatasından mı?


http://www.kenandemirkol.net/yayinlar.html

14 Eyl 2011

KORKU BAŞARI ENERJiSi VERiR Mi?

Yaşam boyu hep bir şeyleri başarmaya çalışıyoruz. Bir konuda oluşmuş standartları yakalamak başarı sayılıyor çünkü günümüzde her şey ‘ölçülebilir’ olmak durumun-da. Peki, başarı çabanızın kaynağında ne var?

Japon balıkçılarla ilgili bir hikaye vardır. Derin dondurucuların olmadığı dönemde, okyanusta avladıkları balıkları ülkelerine getirinceye kadar çoğu telef oluyormuş. Bunun üzerine gemilerin içine havuz yapıp, yakaladıkları balıkları havuzda canlı halde taşımaya başlamışlar. Ancak, havuzdaki balıkların bir kısmı dönünceye kadar ölüyormuş.

Bir gün bir balıkçı, yakaladığı yavru bir köpek balığını diğer balıklarla beraber havuza atmış. Ülkesine döndüğünde çok şaşırmış, çünkü havuzdaki balıkların tümü yaşıyormuş! Köpek balığıyla aynı havuzda olmak diğer balıkları korkutmuş, korkunun etkisiyle ‘teyakkuz halinde’ yaşayan diğer balıklar, hayatta kalma içgüdülerinin verdiği enerjiyle diri kalmışlar.

Bizim hayatımız da biraz bu balıkların durumuna benziyor. Korkular kuşatmış dört bir yanımızı, korktuğumuz her şeyden paranoyakça enerji üretebiliyoruz artık!
Çabanın kaynağı kazanma tutkusu mu, kaybetme korkusu mu?

Bu ülkedeki en büyük başarı katalizörü nedir diye sorsanız, ‘gelecek korkusu’ derim. Başarı tutkusundan çok, gelecek korkusundan başarılıyor pek çok şey. Cenneti arayış değil, cehennemden kaçış pek çoğumuzun başarı serüveni.
Sizin başarı çabanızın temelinde ne var; kazanma tutkusu mu kaybetme korkusu mu?

Asırlardır, istikrarlı bir şekilde istikrarsız olan ‘yalnız ve güzel’ ülkemiz, her vatandaşının bilinçaltında ‘ne oldum deme ne olacağım de’ şeklinde bir dipnot düştüğünden, çoğumuzun içinde kaybetme korkusu kazanma tutkusuna daha baskındır.

Kazananlarımız ‘gördüğünden eksik yaşamamak’ adına, kaybedenlerimiz ‘yaşadıklarını çocuklarına yaşatmamak’ adına kariyer kalesinden sarkıtılan iplere sarılıyor. ‘Geleceğini bir türlü garanti altına alamamak’ bu ülkede yaşamamın hem lütfu hem laneti. Bir yandan, bu belirsizliğin verdiği enerjiyle, Japon balıkları gibi canlı ve diri kalıyoruz. Diğer yandan ‘her an her şey olabilir’ korkusundan bir türlü huzur ve sükunet bulamıyoruz. Bazılarımız bu duruma kızıp yurt dışına yerleşmeye gidiyor ama sonra orada ‘huzur sıkıntısı’ yaşayıp geri dönüyor.

Mümin Sekman'ın Facebooktaki resmi sayfasından alıntıdır.



28 Ağu 2011

Lokomotif ve Vagonlar




Lokomotif ve Vagonlar

 “Bu dünyada tren kadar ilginç ve etkili bir metafor zor bulunur. Birçok şeyi aynı anda anlatmak için mükemmel bir araç.”

Melih Arat

Yaşamda başarılı ve mutlu olmak için ne yapmalıyız? Başarı deyince bir tanım getirmek gerekiyor. Yüzlerce tanımın içinden benim için en doğrusu “Başarı, en doğru ve en gerekli şeyi, zamanında yapmış olmaktır.” Karnımız acıktığında yemek yemek, ödevimizi zamanında yapmış olmak, uçağa yetişmiş olmak ve benzerleri kendi içinde başarı sayılabilir. Elbette başarı ölçekleri değişebilir; maliye bakanı için ülkenin bütçesini denkleştirmiş olmak, iki yaşında bir çocuk içinse tuvalete yetişmek başarı sayılabilir. Benim gibi başarı ile odaklanma arasında doğrusal bir ilişki görenler, başarı için tek bir şeye odaklanmak gerektiğini de ayrıca vurgulayacaklardır. Örneğin, bir şirket için pazarlamaya odaklanmak şirketin satışlarını istenilen seviyeye çıkarabilir. Ama aynı anda hem pazarlamaya, hem üretime, hem satın almaya, hem insan kaynaklarına tüm dikkatini dağıtan bir şirket istediği sonuçlara ulaşamayabilir. Aynısı bir öğrenci için de geçerlidir; belirli bir günde tüm dikkatini dengeli bir şekilde tüm derslere dağıtan bir çocuk, ertesi gün yapılacak matematik sınavından başarısız olabilir. “Yaşam Bir Denge Sanatı”dır; ama sanatsal çalışmalar her zaman simetrik değildir. Tren metaforumuza gelirsek, geleneksel trenleri lokomotif çeker. Bütün vagonlar da peşinden gider. Lokomotif olmadan vagonlar bir yere gidemezler.

Simetri ile asimetri arasındaki ilişki, tahmin edilenden çok daha yakındır. Asimetrik olan (simetrik durmayan) herhangi iki cisim, varlıklarıyla bir simetri içindedir. Gerçek ve fark edilemeyen asimetri, simetrik olmayan cismin var olmamasıdır. Diğer bir deyişle, lokomotifin vagonlara sahip olmamasıdır.

Hızlı trenlerin bazı versiyonlarında devrimci bir yaklaşım hayata geçirilmiştir. Lokomotifin olmadığı bu trenlerde, her vagonda motor vardır. 10 ayrı motorun gücü, bir büyük motorun gücünden fazla olabilmektedir. Ancak bütün vagonlar aynı yöne gitmektedir. Yani sanki bir lokomotif onları önden çekiyormuşçasına uyum içinde hepsi aynı süratte belirli bir yöne ilerlemektedirler.

Mutsuz insanların bir kısmı son derece başarılıdır. Örneğin, akademik dünyada ya da iş dünyasında çok başarılı olabilirler. Ancak yaşamları bir trenden çok lokomotife benziyor; vagonları yok. Bir tek kendileri ileri gitmiş. Tam bir asimetri yaşıyorlar ve yalnızlık zirve yapmış durumda. Mutsuz insanların bir kısmı da kayda değer hiçbir başarısı olmayanlar. Bunlar da yaşamlarında hiçbir şeye odaklanmadıkları için elle tutulabilir bir başarı üretememişler. Yaşamlarında bir sürü vagon var; ama lokomotifleri hiç olmamış. Bir lokomotif olmadığı için de vagonları da bir düzene girmemiş.

Neye ihtiyacımız var? Sanırım trenlere.... Lokomotif gibi odaklanacağımız hedeflere, vagonlar gibi ilgileneceğimiz ve daha ileri götürmeye çalışacağımız insanlara ve olgulara ihtiyacımız var. Sonja Lyubomirsky, tek bir davranışın değil, bir grup davranışın insanları mutlu ettiğini söylüyor. Şükretmek, aileye ve arkadaşlara zaman ayırmak, çalışma arkadaşlarına yardım etmek, iyimser olmak, yaşamın tadını çıkarmak, spor yapmak(bunları vagon olarak düşünebiliriz), insanlığa hizmet etmek gibi büyük bir amaca (lokomotife) sahip olmak. Öyleyse yapmamız gereken bir şeye daha fazla zaman ayırırken diğerlerini de ihmal etmemek.

 

__._

3 Ağu 2011

Generaller gitti demokrasi bayramı geldi, öyle mi?


Neredeyse tüm siyasi partilerin yeni anayasa için ilk üç maddeyi ‘kırmızı çizgi’leri olarak değerlendirmesi sivil bir anayasa yapım sürecinin en sancılı durumunu oluşturuyor.

Ergenekon, Balyoz ve son olarak İnternet Andıcı davalarıyla birlikte birçok muvazzaf ve emekli subay yargılanmaya başladı. Genç Siviller “çok rahat” olsa da, vesayetin merkezlerinden biri olan Ordu’daki rahatsızlık nedeniyle tepki bekleniyordu. Ancak bu tepki biraz farklı oldu. Subaylar darbe yapmadı. Gece sabaha karşı “Türk Milleti adına yönetime el koyduklarını” muştulamadılar veya “Anayasaya aykırı eylemleriyle meşruiyetini kaybetmiş siyasi iktidara karşı Türk Milletinin direnme hakkını kullanarak” meclisi feshettiğini ve hükümeti düşürdüğünü ilan etmediler. İrticaya karşı bin yıl sürecek 28 Şubatvari bir MGK bildirisi yayınlamadılar. “Sözde değil, özde laik bir Cumhurbaşkanı isterük” nidalarıyla ortalığı kasıp kavurmadılar, Anayasa Mahkemesi’ni tehdit edemediler. HSYK’yı, Savcıları meslekten atmak için yollara salamadılar. Kendileri gitti, yani bazıları...

Genelkurmay Başkanı ile Kuvvet komutanları tepkilerini sadece istifa yoluyla ifade ettiler.

‘Harbiyeli aldanmaz’ inancı

http://mobil.stargazete.com/iphone/politika/yazar/osman-can/generaller-gitti-demokrasi-bayrami-geldi-oyle-mi-371574.htm



29 Tem 2011

"Yanlış kişiyi sevmişim" Çok saçma bir ifade!

Ünlü bir İlâhiyat hocası, arkadaşı olan bir başka İlâhiyat hocasına "İnsanlar seni seviyorlar, beni ise pek sevmiyorlar" demiş; "Çünkü seni iftar yemeklerine davet ediyorlar ama kimse beni iftar yemeğine davet etmiyor."

Arkadaşı ise şöyle cevap vermiş: "Sen kendini sevmiyorsun ki başkaları seni sevsin!"


-http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=1784&y=DucaneCundioglu

Az-çok sevebilirsiniz, az-çok beğenebilirsiniz, az-çok hoşlanabilirsiniz ve fakat aslâ az-çok âşık olamazsınız.

Sevmek, hoşlanmak, beğenmek, arzulamak, tutku duymak, âşık olmak...

Hepsi de eş anlamlıymış gibi görünüyor bu sözcüklerin... Aralarındaki fark, derece farkı mı acaba, yoksa mahiyet farkı mı?

Bu soru'nun cevabını düşünerek bulamayız. Sözlüklere başvurmak da kâr etmez. Duyguları düşünerek analiz edemeyiz; okuma-dinleme aracılığıyla duygular arasındaki farkı anlayamayız; anladıklarımıza da muhatabımıza kavratamayız.


http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=1804&y=DucaneCundioglu



"Kızım çok başarılı. Okulunun birincisi. "Eyvah!" dedim; "çocuğunuzun ne sorunu var?"


Paris'te bir Türk ailesinin evine davet edilmiştim. Yemek sırasında, babası, içeride annesine yardım eden 11-12 yaşlarındaki küçük kızını işaret ederek, biraz da gururla, "Amcası" dedi, "Kızım çok başarılı. Okulunun birincisi. Bütün derslerinden 10 alıyor. Fransızlar bile hayran kendisine!"

Ben hiç düşünmeden, "Eyvah!" dedim; "çocuğunuzun ne sorunu var?"

Masadakilerin tuhaf tuhaf baktıklarını görünce de ilâve ettim:






22 Tem 2011

Yaşamın amacı, yaşamın anlamıdır. Amaç yoksa, anlam da yoktur.



İnsanı tavaf etmedikten sonra...

"Ben namazdan ziyade namaz kılanı severim" der Amiş Efendi. Yani oruçtan ziyade oruçluyu... hacdan ziyade hacıyı... ibadetten ziyade âbidi...

Kısaca, insanı... her halukârda insanı... ihtişam ve sefalet uçları arasında salınıp duran insanı...

İnsanın paranteze alındığı an, yaşamın da anlamı kalmaz, kâinatın da...

Herşey, anlamını insanla bulur çünkü.

Varolan herşey, insanla ve insanın sayesinde birbirine bağlanır.

Madenler... bitkiler.... hayvanlar... hepsi de insanın katılımıyla anlamını ve değerini kazanır.

* * *

Amacı olmayan hiçbir hareketi, hiçbir eylemi, hiçbir olgu, hiçbir nesneyi anlayamaz insanoğlu.

Anlayabilmesi için o hareketi, o eylemi, o olguyu, o nesneyi bir sebep-sonuç ilişkisi içerisine yerleştirmek (aklîleştirmek) zorundadır. Bu zorunluluğa da uyulur ve peşinden koşulup duran o anlam, her defasında, insan zihninin bağımlı olduğu nedensellik yasalarında aranıp bulunur.

Sebebi olmayan, anlamsızdır, insana göre. Sebebi, yani amacı...

İnsanoğlu, ne yapıp edip bir anlam bulmak, bulamasa bile hemen uydurmak zorunda hisseder kendini.

Aslâ, ama aslâ 'abes'e tahammül edemez; 'absürd' olanı, 'saçma' olanı elinde olmaksızın yadsır, yok sayar.

Yaşamın amacı, yaşamın anlamıdır.

Amaç yoksa, anlam da yoktur.

* * *

İtaat ve ibadet, özü itibariyle yaşama bir anlam verme etkinliğidir. İnsan, boyun eğmek suretiyle özgürlüğünü kazanır. Çünkü boyun eğmek suretiyle yaşama anlamını verir; bağlanmak ve bağımlı olmak suretiyle...

Bağlılık, bağımlılık, çağdaşlarımız nezdinde sevilmez kelimelerdir, bilirim. Lâkin yine de itiraf etmek zorundayız, insanın özgürlüğü bağlılık yetisiyle koşullanır.

Bir üst ilkeye, bir üst noktaya, bağlanamayan bireyler, aslâ özgür olamazlar!

Yaşamın çukurları ve tepeleri karşısında zaman zaman gerilemek, eğilmek ve en nihayet aczini hissetmek, yaşamın gerçekliğine boyun eğmekten başka ne anlam taşır ki?!

Gücü kendisinden çıkarsayabileceğimiz bir zayıflığa ihtiyacımız var; yani bize yaşam karşısında mütevazı olmayı öğretecek yenilgilere...

Zayıflığı da, gücü de yenilgiler dolayımında hisseder insan; aynı anda... bir anda...

VE tevazuyu öğrenir; acziyeti ve bağlılığı...

Artık adım atacaklar için özgürlüğün kapısı açılmıştır!

Boynunu eğ, ve içeri gir!

* * *

— "İnsanı hayvandan ayıran özelliği, bağımlılık duygusu, kendini bağımlı hissetme özgürlüğüdür."

Bu özgürlük anlayışı, ister istemez Tarkovski'yi sanat anlayışını da belirler:

— "Sanat bir yakarma, bir dua biçimidir, ve insan yalnızca duasıyla yaşar."

Efsane filminin ana karakteri Stalker'ı Don Kişot'la veya Prens Mişkin'le aynı yörüngeye yerleştirmesi, hiç de boşuna değildir bu yüzden.

"Bu adamlar" der; "idealist oldukları için gerçek hayattaki tüm savaşları kaybederler."

Tarkovski için, zayıfın gücünü dile getiren karakterlerdir bunlar. "Film bu sayede insanın kendi yarattığı güce bağımlılığını da anlatıyor. Güç sonunda insanı yok ediyor ve zayıflık tek güç olarak kalıyor."

Hakikaten her ibadet bir duadır; tıpkı sanat gibi... bir çığlıktır... bir yakarış... bir bağlanış... bir acziyet... bir zayıflık...

* * *

Amiş Efendi'nin sözü üzerinde bir kez daha düşünmeli, ve yeryüzünde atılan çığlıkların türünden ziyade, çığlık atanların özüne nazar etmeyi bilmeliyiz.

Secdemiz ve hürmetimiz, gerçekte, insana! Geceleri... âh... âh... diye inleyen zavallı insana!

* * *

Bu hikâye de umreciler için:

Bâyezid-i Bistâmî hazretleri yolda bir grup insanla karşılaşmış. Onlara "Nereden geliyorsunuz?" diye sorunca, Mekke'den döndüklerini ve orada hac ibadetini îfa ettiklerini söylemişler.

Bistamî de "Boşuna zahmet etmişsiniz" demiş; "Beytullah'ın aslı orada değil ki burada. Keşke biraz da insanı tavaf etseydiniz!"

Dücane Cündioğlu




21 Tem 2011

İletişim Performansı ile Rekabet

Dünya küçüldü... Hem de çok... Kim derdi ki, merkezi New York'ta olan 100 yıllık büyük bir uluslararası şirketin en tepe yöneticilerinden biri, Singapur'daki bir tüketicinin sıradan bir şikayeti nedeniyle, ofisine, kafasındaki büyük projelerle ve çok mutlu geldiği bir sabah aniden işinden olacak!


4 Haz 2011

İnsan ve Değerleri

İnsan değerler bilinci olan bir yaratık. Bu konuyu çok önemsiyorum. İki birey arasında, iki aile arasında, iki okul ya da iki şirket arasında farklar varsa, genellikle o birey ya da kurumların değerlerindeki farklılıktan kaynaklandığını düşünürüm. Bu kanı bende gittikçe kuvvetleniyor. Toplumların sağlıklı ya da sağlıksız oluşunu, onların günlük hayatlarında yaşayan değerlerinde arayan biri olmaya başladım.

Bu ilgimin doğal sonucu olarak değeler konusunda yazılanları okumaya başladım. Elime İonna Kuçuradi’nin yazdığı İnsan ve Değerleri kitabı geçti. Kitap Türkiye Felsefe Kurumu tarafından yayınlanmış (ISBN 978-975-7748-19-9); ilk sayfada “Ankara, 2010” yazıyor. Bu sayfanın arkasında yer alan bilgilerden anladığım kadarıyla kitabın ilk baskısı 1971’de yapılmış, 1998 ve 2003’te ikinci ve üçüncü baskıları yapılmış; demek ki elimdeki kitabın dördüncü baskısı, diye düşünüyorum.

İonna Kuçuradi, şahsen tanıdığım, son derece çalışkan, bilgili, temiz ve titiz düşünen bir felsefe profesörüdür. Hacettepe Üniversitesi’nde Felsefe Bölümü’nü kurmuş ve emekli oluncaya kadar bölüm başkanlığını yapmıştır.

Yukarıda sözünü ettiğim kitabı büyük bir ilgiyle okumaya başladım. Kitap şöyle bir girişle başlıyor:

Böyle bir problemi araştırmaya yönelmemin nedeni, her gün adım başında rastladığımız bir olgudur. Hayretle karşılarım hep bu olguyu. Ama bunun doğurduğu sonuçları göre göre, bende bu hayretin yerini bir başkaldırma isteği aldı. Ancak kalemle ne kadar başkaldırılabilir ki!

Sözünü ettiğim olgu, aynı insanların, aynı olayların, aynı durumların, aynı eylemlerin, aynı kararların, aynı eserlerin, hatta aynı fenomenlerin farklı kişiler tarafından farklı şekillerde değerlendirilmesi, farklı şekillerde yorumlanması, farklı şekillerde açıklanmasıdır.

Yanlış mı okuyorum diye tekrar okudum. Hayretler içinde kaldım. Bugün psikolojiye giriş dersini alan bir öğrenci yaşamın şu gerçeğini bilerek bu dersi bitirir: olayların anlamı yoktur; birey kendi anlam verme sistemi içinde olaylara anlam verir. Olaylara kendi anlam verişinden sorumluluk alan kişi yetişkin olgun bir insandır; bu olgun insan her bir kişini olaylara doğal olarak farklı anlamlar verebileceğini önceden bilir ve kabul eder. O nedenle olgun insanlar kişilerle ilişki kurarken iki şeye çok dikkat ederler: 1- karşıdakinin anlam verme sistemini kavramak; 2- kendi anlam verme sistemini açık seçik karşı tarafa belirtmek. Bu tür yargılamadan konuşmaya ben “sohbet” adını veriyorum.


İnsanların verdikleri anlamdan sorumluluk almaya başlamaları onların bireysel gelişim aşamalarından en önemli basamağı oluşturur. Böylece birey hem kendini hem de insanı anlamaya başlar. İnsanlar ilgili en temel gerçek şudur: İnsan anlam veren bir yaratıktır ve doğumundan altı saat sonra kendi anlam verme sistemini oluşturmaya başlar.

Bu olguyu hayretle karşılamak, insanın en temel doğasını hayretle karşılamak oluyor. Ve Kuçuradi bir adım daha atıyor, insanın bu doğasına başkaldırıyor. Bugün bilişsel psikoloji diye bir alan var ve son otuz yıldır psikolojinin en yoğun araştırma alanlarından birini oluşturuyor. Bu alanın gelişimi yapay zeka alanının, yani robot üreten endüstrinin temeli olmuştur. Bu alan sayesinde yazılı metin sese dönüşmekte ve konuşma yazılı metin haline dönüşebilmektedir – yani okuyan ve yazan bilgisayar programları. Yine bu alanın gelişmesiyle yeni terapi alanları geliştirilmiştir.

Sayın Kuçuradi devam ediyor:

Yapılan bununla da kalmıyor; aynı insanların, aynı olayların bu farklı değerlendirilmesi sözlerde kalmıyor; her farklı değerlendirme tek doğru değerlendirme olduğunu ileri sürerek ortaya çıkıyor; bu da kişilerin birbirleriyle çatışmasına, yan yana yaşamın çoğu zaman imkânsız hale gelmesine, kişilerin harcanmasına neden oluyor. Hem her şey sonunda gelip tek tek kişilere dayandığından, bu sorun, insanlığın “kader”iyle ilgili bir sorun oluyor. Böylece ideali demokrasi olan çağımız insanları için doğru değerlendirme problemi özel bir önem taşıyor.

Yeniden psikoloji giriş dersini alan öğrencilere dönelim; öğrencinin öğrenmesi gereken şey şudur: farklı anlam veren insanlar, doğal olarak, farklı davranacaklardır. Farklı anlam veren insanların aynı şekilde davranması ancak özgürlüğün ortadan kalktığı zorlayıcı korku ortamlarında ortaya çıkar. Korku ortamında kişi anlam verdiği şekilde değil, korktuğu için kendinden beklendiği şekilde davranır. Benim Mış Gibi Yaşamlar kitabımda incelediğim durum budur.

İonna Kuçuradi’nin sözünü ettiği “doğru değerlendirme problemi”nden iki şey anlaşılabilir:

1- Öyle bir anlam verme sistemi geliştirelim ve insanlara öğretelim ki, bu anlam verme sistemi hakikatin ta kendisini yansıtsın ve böylece insanlar doğal olarak aynı şeyi görsünler ve konuşsunlar; aralarında fark kalmasın. Böylece ailede, şirketlerde, toplumda ve uluslar arası ilişkilerde farklı algılamalardan gelen çatışmalar biter, ahenk ve barış oluşur. Tüm dinler ve ideolojiler bu savı, yani tek hakikati gösteren anlam verme sisteminin kendilerininki olduğu savını kullanarak insanları aynı görüşte toplamaya çalışıyorlar. Ve kendi dinlerinden veya ideolojilerinden olmayanları yanlış yolda görerek ötekileştiriyor ve aynı Kuçuradi gibi rahtsız oluyorlar. Korkarım Yukarıda verdiğim ilk iki paragrafından dolayı Kuçuradi’nin böyle anlaşılabilme tehlikesi var. Bu anlayışı müthiş sakıncalı ve yanlış görüyorum.

2- “Doğru değerlendirme problemi”ni insanların biz bilinci içinde açıklık, seçiklik ve özgürlük içinde sohbet etmesi olarak da görebiliriz. Bu yaklaşımda insanların farklı farklı görüşlerde olacağı zaten bir gerçek olarak kabul edilir, bilinir; yaşamın zenginliği olarak görünen bu gerçek kabul edilerek, hayret etmeden, kızmadan tam bir özgürlük ve güven ortamı içinde süregiden bir sohbet oluşturulur. “Doğruyu bilen” yerine, etkileşim ve sohbet içinde “sürekli keşfeden ve öğrenen” bir toplum oluşturulur.

Kitabı okumaya devam ediyorum. Değerler konusuyla ilgili düşüncelerim geliştikçe bu sayfalara taşımayı düşünüyorum.

Aydınlık bir gelecek için, sohbete devam.

Doğan Cüceloğlu (30.05.2011)




1 Haz 2011

Modern safsata: Secret ya da çekim yasası

Son on yıldır Batı kaynaklı bir kişisel gelişim dalgasında savruluyoruz. İçimizde patlamak isteyen hayata tutunma ve başarılı olma arzusuna hitap eden kişisel gelişim akımına direnmek de savruluşumuzu önleyemiyor.

Kişisel olarak Batı kişisel gelişimciliğin çökertici boyutlarına tavır almış, inanç sistemimizi ve temel değerlerimizi tamir etme çabasına adanmış bir yazar olmaya gayret ediyorum. Fakat, bugün kişisel gelişimciliğin geldiği nokta, toplumumuz üzerindeki tehlikenin bireysel çabalarla aşılamayacağı boyutlara ulaşmıştır. Dini değerlerimizi, kader anlayışımızı ve Allah-evren ilişkisini sağlıklı kazandıramadığımız büyük bir kitle, bu savruluş üzerinden ciddi bir psikolojik bunalıma sürükleniyor.

Toplumumuza taşınan kişisel gelişim felsefesinin doğduğu ABD toplumu dünyanın en mutsuz toplumlarından biridir. Bireyler yapayalnızdır, ahlaki sınırların çok ötesine taşılmıştır. İnternet trafiğinin yüzde sekseni cinsellikle ilgilidir, evlilik çökmüş, altta kalan ölüme terk edilmiş, zaten azalan evliliklerin de yarısı boşanmayla sonuçlanmaktadır. Halkın yarıdan fazlası  antidepresan kullanmaktadır. Bizi huzura böyle bir toplum mu taşıyacak?

Batının materyalist ahlakçılığı, Hıristiyanlığın karşılamadığı noktalarda Uzakdoğu dinleriyle tamamlanan evren görüşü toplumumuzu da aynı bunalıma sürüklemek üzeredir. Batı kişisel gelişimciliğinin maddeci, bireyci, zevkçi, rekabetçi, kibirci, dünyacı motivasyon unsurları artık o toplumları da kesmiyor. Şimdilerde, ne bilimin, ne dinlerin ve ne de ateizmin sınırlarına sığmayacak, insana tanrısallık sunan yepyeni hayal mahsulleriyle karşılaşıyoruz ve maalesef satılana talip oluyoruz.  

Oysa öz değerlerimiz son derece güçlüdür ve Batı’ya gerçek huzuru öz değerlerimizle asıl biz taşıyabiliriz. Ama görün ki, toplumun bir kesiminin inanç temellerimizi yeterince kazanamamış olmasının bedeli, böyle şaşaalı söylemlere kapılmamız oluyor.

Kişisel gelişimle ilgili şu hususları dikkate almalıyız: Bedava ve bedelsiz başarı yoktur. Her zafer azimli ve çoğu zaman yorucu çabalar gerektirir. Ahlaksız gelişim gerçek gelişim değildir. İnsani değerleri kaybettiren başarı, başarı değildir. İnsan tanrı değildir ve yaratamaz. Düşüncenin, hayalin filan yaratma kudreti yoktur. Bir kader planı içerisinde yaşıyoruz ve çalışan herkes bir başarıya ulaşabilirse de herkes dilediği her şeye bu dünyada ulaşamayacaktır. İnsanın huzuru servette, makamda değil, üstün kişilikte, temiz bir kalpte, çalışkanlıkta, Yaradanla dostlukla ahırete hazırlanmakta ve yardımlaşmakta saklıdır.

Okuyuculardan gelen ısrarlı sorular üzerine, haddi fazla aşan son ayların en çok satan kişisel gelişim kitabını incelemek durumunda kaldım. Türkiye’de hala çok satan malum yabancı kaynaklı kişisel gelişim kitabının önermelerinin bizi nasıl bir inançsızlığa ve bunalıma sürüklediğini somut örneklerle göstermek ve bazı iddiaları cevaplamak istiyorum:

Önerme: “İstediğiniz her şeyi elde edebilir, her şey olabilirsiniz.” “Seçtiğiniz şey ne olursa olsun ona sahip olabilirsiniz, hedefin büyüklüğü hiç önemli değil.” S.1

Cevap: Buna inanmak için akılsız olmak gerekir. Herkes holding zengini olamaz. Yüz binlerce insan bir makamı hala etse de, herkes ulaşamaz. Zenginliğin de, makamların da bir sınırı vardır. Kimisi alacak, kimisi satacak, kimisi öğretecek kimisi öğrenecek, kimisi seçecek, kimisi seçilecek. İnsanlar bin bir türden rolün bulunduğu bir sistem dahilinde çabalarına göre ve Ruhsal Zeka’da aktardığım bir kader planı çerçevesinde rol alır ve rollerini icra ederler. Herkesin her istediğinin dünyada olması imkânsızdır. Böyle bir sınırsızlık ancak maddi sabitliğin kaldırıldığı, maddi hayatın ruhaniyat ölçüsünde esnetileceğine, göreceli yaratılacağına inandığımız cennette olabilir.

Önerme: “Hayatınıza giren her şeyi kendinize çeken siz kendinizsiniz. Bunu zihninizde tuttuğunuz imgelerin erdemiyle, düşüncelerinizle yapıyor, zihninizden geçirdiklerinizi kendinize çekiyorsunuz.” S.4

Cevap: Hem bu kadar basit değil hem de böylesine genel ve evrensel olamaz. Bu sözlerde korkunç bir genelleme ve mantıksal kavrama kusuru var. Bir çocuk öldürülse, imgelerini mi suçlayacaksınız? Evinize hırsız girse, kör bir kurşuna takılsanız, sokağınızda bomba patlasa bunları imgelerinizle, hayallerinizle mi davet etmiş oluyorsunuz? Yaşadıklarımızın binde biri bile bu iddiayı doğrulayamaz. Peki hadi astronotluğun, milletvekilliğinin vs. hayalini kurun, dünyayı gezinmeyi imgeleyin, bakın bakalım bu iş öyle hayal kadar kolay mı?

Elbette hayalleriniz duygularınızı, aklınızı, vicdanınızı, rüyalarınızı, sezgisel ilişkilerinizi içeriği yönünde yönlendiriyor. Ama, tüm hayatınızı buna bağlamak veya bu tür hayallerin mutlaka umulduğu biçimde çevrenizi köle gibi emrinize koşturacağını iddia etmek mantıklı ve gerçekçi olamaz ve hayatın gerçekleriyle örtüşemez.

Önerme: “…tüm yaşantınız çekim yasası tarafından şekillendirilirken bu her şeye muktedir yasa düşünceleriniz aracığıyla işliyor. … yaratım sisteminin bir bütün olarak dayandırılabileceği en büyük ve en mutlak yasa… s.4 Düşüncelerinizle sadece kendi hayatınızı yaratmakla kalmayacak, onlar aracılığıyla dünyanın yaratımına da güçlü biçimde katkıda bulunacaksınız. S. 21”

Cevap: Cebimdeki parayı düşünmem ektiğim patateslerin büyüklüğünü etkilemez. Borsa hayallerimi dinlemez. İnsan düşüncesiyle bu evrende olup bitenler arasında trilyonda bir ilişki var mı? Tüm düşünceleri toplasanız bireysel ihtiyaçlar çevresinde dönen hayaller görürsünüz. Oysa evrende inanılmaz sistemlerle bebekler, meyveler, bitkiler yaratılıyor, mevsimler mevsimleri kovalıyor. Yaratım sistemini zavallı insanın beynine bağlıyorsunuz. Oysa evrende olup bitenlerin katrilyonda biri bire insanların aklından geçememiştir.

Bir sperm ve bir yumurtadan yaratılan o zavallı, evreni yaratacak kadar muktedir demek. Bizi spermden insan vücuduna kavuşturan kimin düşünceleriydi diye sormak gerekir yazara? Ciğerlerinizdeki kılcalların dizilimini anneniz mi, babanız mı hayal etti? Şimdi bu beden sisteminizin yürütülmesi işini anne babanızdan kaç yaşında devraldınız? “Sen düşün ve doğa yaratılsın” öyle mi? Yüz binlerce yıldır insan değişti de doğanın işleyişi neden aynen sürüyor? İnsandan önce bu düşünce işini kim yapıyordu? Uzayda kim yapıyor? Dinden imandan ok gibi çıkmak, akılsız bir ateist olmak tam olarak budur. Ateistin de aklı var ve o da güler bu safsataya.

Önerme: “Kazanılan paranın yüzde doksan altısının dünya nüfusunun yalnızca yüzde biri tarafından kazanılmasının sebebi nedir sizce? Onlar sırrı biliyorlar? S.7 Parayı kendinize çekmek için zenginlik konusuna odaklanın. İstediğiniz kadar paraya şimdiden sahip olduğunuza kendinizi inandırmak zorundasınız. S.98 Parasızlığın tek sebebi paranın düşüncelerle engellenmesidir. S.99 Kendinizi bolluk içerisinde yaşarken düşünün, bereketi kendinize çekeceğinizi göreceksiniz. İşte bu kadar kolay. S.12”

Cevap: Bu mantık olsa olsa kendini darı sanarak tavuktan çekinen deliye benimsetilebilir. O süper zengin yüzde dörtlük kısım zenginliği öyle hayalle mayalle elde etmediler. Onların bir kısmı gece gündüz çalıştı, akıllı ve mantıklı hareket etti. Onların çoğunluğu da tutucu azınlık bir ırktandır, genellikle savaşlarla, masumları gasp ederek, faizle, tefecilikle ulaştılar o servetlere. Demek o gurubun sırrını bize pazarlıyorsunuz. Dünyada kaynaklar sınırlıdır, yeni zenginlik oluşturmanın tek yolu üretmek, dengeli paylaşım sağlamanın tek yolu da hukuk sistemlerinin adil düzenlenmesi ve insanlara fırsat eşitliği verilmesidir. Büyük para kaynaklarının başına oturan uluslar arası yapılar fakirlerin hayata güçlü tutunmasına izin vermiyor, en büyük sebep bu.

Ekonominin açık ve net ilkeleri vardır. Hokus pokus yoluyla yoktan para yaratamaz insan. Keramet gibi şeylerse insanın mantıklı iradesine bağlı değildir ve sıradan insanların işi de değildir. Hayalle zenginlik üretilemez. Paranın tek yolu iktisat ve üretimdir başka bir şey değil. İnsanları böyle bir kolaycılığa terk etmek, tavuklar gibi yem beklemeye sonra da kurban edilmeye hazırlamaktır. Hiçbir zengin toplum servetini böyle bir kolaycılıkla elde etmemiştir ve edemez.

Önerme: “Siz evrendeki en güçlü mıknatıssınız. İçinizde barındırdığınız manyetik güç yeryüzündeki her şeyden daha güçlü. Bu akıl sır ermez çekim gücünü yayan ise yine sizin düşünceleriniz. S.7 İnsan kendi evrenini kendisi yaratır. S.36”

Cevap: Herhangi bir insan nasıl evrendeki en güçlü mıknatıs olabilir? Ben en güçlüsüysem diğer 7 milyar insan ne? Evren dediğin yüz milyarlarca galaksi ve trilyonlarca yıldız. İnsan dediğin evrenin adeta son saniyesinde trene atlayan tırtıldan küçük bir zerreden yaratılmış aciz ve kırılgan bir canlı. Bu denli bilimden, akıldan, mantıktan, dinden ve insanlık namına her değerden uzak bir safsata nasıl gerçek diye sunulabilir? Böyle bir kibir saplantısı ilahi gazabı davet eder. Demek insan kendi evrenini yaratıyor. Neden bir tane evren var, neden herkes bir tane dünyada yaşıyor? “Herkes ettiğini bulur” deseniz anlayacağız da birinci ve ikinci dünya savaşlarında ölen 60 milyon kadının, çocuğun, hastanın suçu ne? Aziz şehitlerimizin suçu ne? Bize hiç mi haksızlık yapılmıyor, her acımızın suçlusu nasıl biz olabiliyoruz? O zaman ne gerek var hukuka ve adalete?

Biz Müslüman bir toplumuz. Bir Allahın varlığına inanırız ve O’ndan başka hiçbir şeye hakiki kudret atfedemeyiz. İnandığımız Allah gökte kendi başına yaşayan sakallı bir dede değil, tüm evreni varlığa taşıyan, yaratan, yöneten ve planlayan, zaman ve mekan ötesi bir sonsuz varlıktır. Bilir, tercih eder, yapar ve konuşur. Önermedeki sözler “Allah yoktur ya da evrenin kendisidir” anlamına gelir. Bu sözleri en azından “aaa olabilir aslında” hissiyle okuyan o anda imanını yitirmiş, cennetin en uzağına düşmüş olacaktır.

Önerme: “Çekim yasası doğaya ait bir yasadır…. Çekim yasası üzerinde düşündüğünüz şey ne ise onu verir… Çekim yasası itaatkardır… s.13 Çekim yasası bir yaratım yasasıdır. S.15 Bir şeyi düşündüğünüzde yaratım yasası işliyor demektir. S.17”

Cevap: Şimdiye kadar neler düşündüğünüzü hatırlayın lütfen. Binde biri gerçekleşti mi? Gerçekleşenler de kendiliğinden mi, yoksa girişimlerinizle mi ortaya çıktı? Hayatı başka birçok insanla ve olayla paylaşıyoruz. Yani ben düşüncelerimle yaratıyorsam demek ki başkasının kaderini de belirliyorum öyle mi? Herkes herkesin kaderini belirlemeye kalksa hayatta düzen olur mu? Vay o zaman güzellerin ve yakışıklıların haline, kimin elinden kurtulacaklar bakalım.

Önerme: “Cin sadece emirlerinizi yerine getirir. Cin üzerinde düşündüğünüz konuştuğunuz ve etkilediğiniz her şeyi istediğinizi varsayar. Siz evrenin hâkimisiniz. Cin ise size hizmet etmek için hazır beklemekte. Cin emirlerinizi asla sorgulamaz, siz düşünürsünüz ve … o yapar. s.46”

Cevap: Yazar cinle konuşmuş, o evrensel cinle tanışmış anlaşılan. Bu cin öyle akıllı ve kudretli ki her şeyi yaratıyor, ama öyle akılsız ki, niçin düşündüğünüze, isteyip istemediğinize bakmıyor, sadece ne düşündüğünüze bakıyor. Hem yaratan cin ve hem de sadece dünyanın değil evrenin bile hâkimi sizsiniz. İnsan denen zavallıya kölelik yapan cin nasıl oluyorsa insanların yarısını çirkin, çoğunu fakir, yarısını hasta, yarısını gariban yapıyor ve hepsini öldürüp çürütüyor. Nasıl oluyorsa koca evrenin hakimi bir spermden doğuyor, nasıl oluyorsa evrenin hakimi ölüyor, çürüyor, nasıl oluyorsa bir sürü evrenin hakimi var.

Önerme: “Defalarca istemeniz gerekmiyor. Sadece bir kez isteyin. s.48 Evren isteklerinizi yerine getirmek için kendisini yeniden düzenlemeye başlayacaktır. S.51”

Cevap: Sadece bir kez demek. Bu ne menem bir cin ki benim binlerce isteğimi henüz gerçekleştirmedi. Hele de nefsimden gelen her isteği gerçekleştirseydi belki de şimdi bir kanalizasyon çukurunda gebermiş olacaktım. Pişmanlığıma, isteğimden dönmeme fırsat kalmayacaktı.

Önerme: “… yaşlanma.. zihnimizden kaynaklanır,… ebedi sağlık ve gençlik üzerinde odaklanın.s.139”

Cevap: Ya… Demek hala genceciksiniz. Demek genetik plan yok. Bu ne iştir ki evrenin en büyük manyetik gücü olan ve o sırrı keşfettiğini iddia ettiğiniz servet sahiplerinin biri bile dünyada kalamıyor, hepsi yaşlanıyor ve göçüyor. Bu sözlerin sahibini de yakında göreceğiz yaşarsak.

Önerme: “Kanserle yoksullukla, savaşla, uyuşturucuyla savaşmak bu tür durumları arttırıyor.s.141 …neye karşı koyarsan o ısrarla olmaya devam eder. Ben bunu istemiyorum diyorsunuz, hoşlanmıyorum duygusu ortaya çıkıyor o da size doğru koşuyor. S.142”

Cevap: İşte bir insanı dondurmanın, bir milleti çökertmenin en sinsi yolu. Yazar biraz psikoloji öğrenmiş, vesveseyle mücadele etmenin yolunu hayatın kanununa dönüştürmüş. O zaman gelsin savaş, gelsin yoksulluk, gelsin kanser. Hepsini seviyoruz, hiç biriyle ilgilenmiyoruz, önemsemiyoruz ve kurtulmanın yollarını aramamız gerekmiyor.

Önerme: “Neyi seviyorsanız onu yapın. Seçtiğiniz şey ne olursa olsun doğru olacak. Güç tamamıyla sizindir.s.184”

Cevap: İşte kitabın meyvesi… “Tanrı yoksa her şey meşru” demiş ya bir düşünür. Canınız çalmak istiyor çalın, uyuşturucu istiyor uyuşun, öldürmek istiyor hızlı davranın. Sevdiğiniz her şey doğrudur, ahlak yoktur, siz asla yanlış bir şeyi sevmezsiniz.

Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter gibi büyücülük yapımları bir hayal ve kurgu olarak algılandığı için yetişkinlere fazla zarar vermeyebilir. Ama bu eserdeki iddia hayatın gerçeklerine dairdir ve tehlikesi de gerçek bir inanca dönüşme ihtimalinin yüksek olmasındadır.

Bir okuyucu, kitapta Yaratıcıyla ilgili bir kaç sözü hariç tutarsak sorun olmadığını düşündüğünü yazdı. Oysa aksine kitabın tüm ana fikri ve felsefesi ve önerilen her şey bu kendiliğinden veya doğa tarafından otomatik yaratma iddiasına dayanır. Bu temel felsefeyi yok saysanız diğer kısımlar tümden boşa çıkar, anlamsız kalır. Kitabı okuyan bir müslüman, "Allaha da inanayım, bu teze de inanayım" diyorsa bu da Mekkeli müşriklerin Allahla birlikte başka ilahlar olduğu inancının bir kopyası olacaktır.

Kuran'da "Allah dilemezse siz diyemezsiniz" buyrulduğunu biliyoruz. Yani isteklerinize karşılık verecek olan bir robot veya köle değil. Allahın herşeyin yaratıcısı olduğunu söylediğini de biliyoruz. İnsanların binbir farklı biçimde ve yaşta ölüp gidebildiklerini de görüyoruz. İlahi takdir milyarlarca insanı hayallerinin tam ortasında dünyadan alıp götürüyor. İrademizin sınırlarının farkındayız. Dünya hırsı nasıl oluyor da aklımızı bu denli esir alabiliyor?

Dinimizi doğru öğrenememenin bedelini çok ağır ödüyoruz. Dini boşluk bizi sorumsuzca üretilen hayal mahsulü dinlerin ocağına itiyor. Dinler aşağılanıp dini eğitim yok edilince, insanlar büyücülük, astroloji, falcılık gibi modern dinlere yöneliyor. Dünyaya hükmedenlerin sıradan tüketicilere biçtiği rol bu. Ahirzamanın ne üzücü tablosu bu. Dünyamızı kaybediyorsak bari ahıretimizi kurtarsaydık.

Bu kitap sır mır değil, düpedüz bir düzmecedir, Bizim tasavvuf geleneğimizde, dinimizde anlatılan manevi boyutun kökten tersyüz edilmesi ve kötüye kullanılmasıdır. Başarının gerçek sırrını arayanlar, peygamberlerin (as) bize Yaratandan getirdiği bilgileri irdelemelidirler. Eğer evrenin sırrı varsa onu Allahın elçilerinden daha iyi bilen ve bildiren kimse olamaz.

Kişisel gelişim bize çalışkanlığı aşıladığı, başarının bedeline hazırladığı ölçüde anlamlı ve değerlidir. Ayrıca, manevi ve ahlaki gelişimi gizleyen kişisel gelişim, gelişim değildir. Hele de böyle insana tanrısallık hayali satan, uyuşukluğa, hayalciliğe, tembelliğe, ahlaksızlığa, para tapıcılığına sürükleyen şey gelişim yolculuğu değil, çukur yolculuğudur.


Dr. Muhammed Bozdağ  Yetenek.com