14 Eki 2011

Mutsuz bir evlilik mi yalnız bekârlık mı?

Bekâr kızların "neden evlenemedim?" serzenişi zamanla önemli bir üzüntü kaynağına dönüşür: "Sınıf arkadaşlarımın çoğu, kuzenim, komşumuzun kızı vb. evlendi, benim beyaz atlı prensim niye oyalanıyor?

Üstelik yeni evlenen şu akrabamızın kızından daha güzelim. O zaman benim eksiğim ne?"

Canhıraş dualarla ümitsizlik arasında salınım başlar.

Hem "Hâlâ birini bulamadın mı?" şeklindeki sosyal baskı hem de fıtri bir ihtiyacın yerine gelmemesiyle, bekâr kalmak önce bir eksiklik sonra da mahrumiyet duygusunu doğurur. Şeytanın da yardımıyla mahrum kalınan şey sanki olmazsa olmazdır. Evlenmek fikrini içinden atarak takıntıdan kurtulmaya çabalar bazıları. Söküp atmaya çalışmak kördüğüm olmuş takıntıya bir ilmik daha atmaktır hâlbuki.

Bekâr kalmayı önce bir takıntıya sonra da olmazsa olmaza dönüştürmeye değer mi?

Said Nursi'nin Emirdağ hayatının 1948-53 yılları aralığında yazdığı mektuplardan biri bekâr hanımlarla ilgili ciddi endişeler içermekte. Nursi, bu zamanın eski zamanlara benzemediğini, yarım asırdır (şimdi bir asır oldu) İslam terbiyesinin yerine dünyevi bir terbiyenin sosyal hayata hâkim olduğunu, erkeklerin ebedi bir hayat arkadaşı ve bunun bir neticesi olarak da dünya hayatında bir saadet elde etmek için evlenme yerine "o bîçare zaîfeyi daimî tahakküm altında, yalnız dünyevî gençliğinde sever" şeklinde günümüzde oldukça yaygın bir durumun haberini verir. Günümüz evliliklerinin birçoğunda hâkim olan anlayışın ta o yıllarda bir analizini sunar: "Ona verdiği rahatın bazan on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer'an küfüvv tabir edilen birbirine denk olmazsa, hukuk-u şer'iye nazara alınmadığından hayatı daima azab içinde geçer." Son cümlenin kalın kalın altını çizmeli.

Mektup kadınları izdivaca sevk eden sebeplerin analiziyle sürer. Birinci sebep cinselliktir. "...kadın, on dakikalık o zevk için on ay çocuğu kendi vücudunda zahmetini çekmekle on sene çocuğun hayatına yardım ile meşakkat çeker. Demek o on dakikalık fıtrî meyl, bu uzun meşakkatlara sevk ettiği için ehemmiyeti kalmaz. His ve nefis, onunla onu izdivaca tahrik etmemeli," diyerek cinselliğin evliliğin temel sebebi haline getirilmemesini ister.

İkinci evlilik sebebi kadının "maişet noktasında bir yardımcıya muhtaç" oluşudur. Ancak narsisizm çağında kişiliklerin deforme olması ve kimyasının bozulmasıyla "terbiye-i İslâmiye dersi almayan, serseriliğe, tahakküme alışanlar..." diyerek, erkekler hakkında, erkeklerin kendileri üzerinde uzun uzun düşünmesini gerektiren bir tespit yapar. Güç ve kuvvet peşinde koşan erkeklerin evliliklerde parayı bir tahakküm aracı olarak kullanması hiç de az değildir. Bekâr hanım talebelerine şunu önerir Nursi: "O küçük bir iaşesi hatırı için tahakkümler altına girip riyakârane kocasının rızasını tahsil etmek yolunda hayat-ı dünyeviye ve uhreviyesinin medarı olan ubudiyeti ve ahlâkını bozmak bedeline, köy kadınları gibi kendi nafakasını kendi çalışması ile kazanmak, on defa daha kolaydır." Analizin bu kısmı "O rızık hatırı için namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevc aramak, riyakârane çalışıp tahakkümü altına girmek; elbette Nur talebesinin kârı değil." cümlesiyle sona erer. Burada tek başına namaz da kâfi değildir, hem namaz kılan hem ahlaklı bir zevc önerir Nursi.

Üçüncü evlenme sebebi çocuk sahibi olmaktır ve kanaatimce günümüzde kadınların evlenme isteklerinin başında yer alır. Bu talebi fıtri görmekle beraber uyarısını da yapar Zamanın Bedii: "Şimdi terbiye-i İslâmiye yerine giren terbiye-i medeniye ile on taneden bir-iki hakikî evlâd, kendi vâlidesinin şefkatine mukabil fedakârane hizmet ve dindarane dualarıyla ve hasenatlarıyla vâlidesinin defter-i a'maline haseneler yazdırmak ve âhirette de sâlih ise vâlidesine şefaat etmek ihtimaline mukabil, ondan sekizi o haleti göstermediğinden; bu fıtrî meyl ve nefsanî şevk ile o bîçare zaîfeler böyle ağır bir hayata kat'î mecbur olmadan girmemek gerektir."

Nursi, "Tam muvafık ve dindar ve ahlâklı bir zevc bulmadan kendini açık-saçıklıkla satmasınlar," sözüyle uygun olmayan kişililerle yapılacak evliliklerde özellikle kadınların yaşayacağı üzüntülerin farkındadır ve bekâr hanımlar için hem dünyaları hem de ahiretleri açısından oldukça endişelidir. Buradaki "açık-saçıklıkla satmasınlar" ifadesi, evlenecek bir erkek bulma uğruna yaşam ilkelerinden taviz vermemek, O'nun emirlerinden vazgeçmemek olsa gerektir. Taviz verilerek kurulmuş evliliklerde kadınlar bu tavizin kendi bedenlerinde ve kişiliklerinde onarılması güç sonuçlarıyla bir evliliği sürdürmek zorunda kalmaktadırlar.

Peki, beyaz atlı prens ortalıkta görünmüyorsa?: "Nur'un bir kısım fedakâr şakirdleri gibi mücerred kalıp tâ ona lâyık ve ebedî bir arkadaş olacak ve terbiye-i İslâmiye'yi almış vicdanlı bir müşteri ona çıksın. Ve saadet-i ebediyesi, muvakkat bir keyf-i dünyevî için bozulmasın ve medeniyetin seyyiatı içinde boğulmasın."

Nursi, burada hayırlı bir eşin özelliklerini de sıralamış olur: 1-Ebedi hayat arkadaşı olma niyeti taşımalı 2-İslam terbiyesi almış olmalı. 3-Vicdanlı olmalı. Sonuncusu kişilik özelliği olarak dikkate alınması gerekli kıymetli bir ölçüttür.

Tam muvafık olmayan biriyle kurulan kötü bir evlilik yalnızlıktan çok daha zordur. Ve kötü bir evlilik yalnızlığı gidermediği gibi üstüne üstlük bir de kişileri üzüntüye, mutsuzluğa boğar.

Nursi'nin tespitleri sanki şu tercihe gelir dayanır: Yalnızlık mı yoksa hem yalnızlık hem yoğun bir üzüntü ve keder mi?

Bu dünya, evlilerin de bekârların da öldüğü bir dünyadır.

Evliler bu dünyada sonsuza dek evli kalmadığı gibi bekârlar da öte dünyada sonsuza kadar yalnız kalacak değillerdir.

Zamanın Bedii'nin şu cümlesi de hayatta hepimizin farklı farklı mahrumiyetleri için derin bir teselliyi içerip aklımızı başımıza getirir niteliktedir:

"Aklı başında olan insan ne dünya umurunda kazandığına mesrur olur ne de kaybettiğine mahzun olur."

m.ulusoy@zaman.com.tr  



Her ne yaşadıysan veya yaşıyorsan; bil ki, onlar seni ebediyete götürecek yolu döşeyen taşlardır.


Suratını asma kaderine.
Gülümse.

Nedir ki seni zavallı yapan? Günlerdir, haftalardır, aylardır, kim bilir yıllardır bir kendine acımadır tutturmuş gidiyorsun. Ayağına taş değse, ah vah etmek, kendine acımak için hazır bekliyorsun.

İstediğin bazı şeylerin olmaması mı yürüdüğün yolları sarp, soluduğun havayı keskin yapan? Nereden biliyorsun neyin şer, neyin hayır olduğunu? Nasıl bu kadar eminsin? Kendini arıyorsun, ama yanlış yerde. İçinde kendini yitirip gittiğin yol başka bir yönde.

Ah vah ettiğinde, sızım sızım sızlanıp şikâyet üzerine şikâyet sıraladığında, dur. Ve bak.

Ayaklarına bak mesela. Ayaklarının nasırına bak. Yürütüldüğün yolların izlerini gör nasırların çizgilerinde. Yüzüne bak. Bir kedinin gözlerine bak. Bir yağmur damlasına bak alnına düşüp yüzünden süzülen. Gözlerini alan güneşe bak. Sabah uyanınca aynada kendine bak.

Bir sabah uyanınca aynada kendine bak; hakkının kendini bir zavallı olarak görmek olmadığını, yapmak gereken tek bir şey olduğunu düşün. Sonra da kullan o tek hakkını, sonsuz şükret.

Olmadı, içine bak.

Hüzünlerine bak mesela. Acılarına bak. Bak ki, içine yer etmiş bin bir çeşit duygunun sana dert değil derman olduğunu gör.

Verilen her nimet sınav olduğu gibi verilmeyenlerin de bir sınav olduğunu bir kere daha hatırla.

Her ne yaşadıysan veya yaşıyorsan; bil ki, onlar seni ebediyete götürecek yolu döşeyen taşlardır.

Evlendin, çocuğun mu olmadı? Çocuğun oldu, erkek mi olmadı? Erkek oldu, otistik mi oldu? Hiç mi evlenemedin? Baban bir kere bile sarılmadı mı sana? Annenin yüzünü bir kere bile görmedin mi? Baban çekip gitti mi ardına bile bakmadan? Çocukken başına istenmeyen şeyler mi geldi?

Yine acıma kendine.

Her ne yaşamış olursan ol, kendini zavallı biriymiş gibi görüp kendine ihanet etme.

Hayatım yanmış bir sayfa diyerekten, için için ağlarken, inlerken duyguların; yara almadan gitmek mi istersin dünyadan?

Hayatın hüznünü yenmeden nereye?

Ne eksiğin var Allah aşkına? Sana verilmeyen hangi şey, sana bahşedilmiş hayattan daha büyüktür?

Ağlıyorsun. Kendine. Kendi kendine.

Daha ne istiyorsun sabah güneşi gizlice sızarken odana?

Daha ne istersin? O'nu tanıyorsun.

Daha ne istiyorsun? Ebedi bir hayata namzetsin.

Daha ne isteriz ki? Öleceğiz ve ebedi hayatın kapısını çalacağız eninde sonunda.

Baksana, bir bardak su verdin annene. Bir başkasının kapısını çaldın. Sızlanacak ne var? İhanet edecek ne var kendine.

Neden mahrum kaldıysan, kaderindir senin o.

Nefsinin seni bir zavallı gösterme oyununa kanma.

Ne diyor şair Jean-Theodore Brutsch biliyor musun? "Kahraman olman/Savaşa soyunmak değildir nefretle.../Kahraman olmak/Sürüklemek değildir açgözlü yığınları/Görkemli ölümlere.../Kahraman olmak/Gülümsemesini/Ve umudunu korumasını bilmektir/Hüzünlerin, düş kırıklıklarının/Ve güç koşulların o tedirgin saatlerinde.../Bunu namus sözü edinmektir!"

Kahraman ol.

Kaderine gülümse.

Kahraman ol.

Her ne yaşarsan yaşa, kendine acıma.

m.ulusoy@zaman.com.tr  


Bilim ve İnanç



Üniversite öğrencisi değerli bir okurumdan aşağıdaki mektubu aldım.

Damdan Düşen Psikolog gerçekten güzel bir kitap, sizi tebrik ediyorum, ama kitabın 160. sayfasında ''inancın olduğu yerde bilim olmaz'' demişsiniz. İşte burada size katılmıyorum. Uluğ Beğ'in rasathanesini, batı dillerine çevrilen Uluğ Bey Zayiçesi'ni; fıkıh eğitimi almış 5 vakit namazında olan ama yazdığı 'Tıp Kanunu' isimli kitabı yıllarca Avrupa’da ders kitabı olarak okutulan İbn-i Sina'yı; hem kadılık yapan yani islami kuralları çok iyi bilen, uygulayan felsefeci İbn-i Rüşd'ü tanımıyorsanız bir daha ne kitap yazın ne seminere çıkın... Fikrinizi bekliyorum.

Sanırım burada bir yanlış anlama var; benim “inancın olduğu yerde bilim olmaz” sözü, sanırım ‘inanan insandan bilim adamı olmaz’ gibi anlaşılmış. 


yazının devamı.....

http://www.dogancuceloglu.net/yazilar/767-bilim-ve-inanc


13 Eki 2011

Bilişim teknolojileriyle Anayasa arasında ilişkiye kafa yorarken,

Steve Jobs’u yalnızca bir bilişimci olarak görüp geçmek mümkün olmazdı. Zira birçok anayasa ve anayasal düzenden daha büyük bir etki gücü oldu.

Onun yıllar önce Stanford Üniversitesi’nde yaptığı konuşma dikkat çekiciydi. Şöyle diyordu Jobs: Zamanınız sınırlıdır. Bunu başkalarının hayatını yaşayarak boşa harcamayın. Kendinizi başkalarının düşünsel ürünü olan dogmalarla sınırlamayın/daraltmayın. Başkalarının seslerinden kaynaklanan gürültünün kalbinizdeki sesi boğmasına izin vermeyin. En önemlisi: Kendi kalbinizi ve sezgilerinizi takip ederseniz, gerçekte ne olmak istediğinizi bilirsiniz. Onun dışındaki her şey teferruat!”



okunmaya değer yazının devamı;

http://www.stargazete.com/yazar/osman-can/baskalarinin-hayatini-yasamak-haber-389067.htm




3 Eki 2011

Yüzüncü Maymun Fenomeni


Pasifik Okyanusu'nda irili ufaklı birçok ada. Bu adalarda Macaca Fuscata türü Japon maymunları yaşıyor. Bu adalardaki maymunların doğal ortamları içindeki davranışları otuz yılı aşkın bir süre bilim insanları tarafından gözleniyor.

1952′de Koshima Adası'nda bilim insanları maymunların beslenmesi için kumların içine tatlı patates bırakıyorlar. Bu adanın maymunları da tatlı patatesin tadından hoşlanıyor ama yiyeceklerinin kumlu olması hiç de hoşlarına gitmiyor. Ama can boğazdan gelir diyerek kumlu da olsa tatlı patatesleri yemeye devam ediyorlar.

Bir gün, on sekiz aylık İmo isimli dişi maymun bu soruna bir çözüm buluyor, İmo, tatlı patatesleri en yakın su birikintisinde yıkayarak yemeyi akıl ediyor. Bu buluşunu annesine de öğretiyor, İmo'nun arkadaşları da patateslerini yıkayarak yemeyi öğreniyor ve kendi annelerine de öğretiyor. Bu yeni davranış biçimi bilim insanlarının gözleri önünde, yavaş yavaş maymunlar arasinda yayılıyor.

1952 ve 1958 yılları arasinda genç maymunlar, beslenmelerini daha zevkli hale getirmek için, kumlu tatlı patateslerini yıkamayı öğreniyorlar. Bu daha sağlıklı ve zevkli yeni davranış biçimini çocuklarını taklit ederek onlardan yeni bir şey öğrenen yetişkin maymunlar da kazanıyor. Yeniliklere açık olmayan, çocuklar ve gençlerden de öğrenilebileceğini düşünmeyen, kendi bildiklerini tekrar eden yetişkin maymunlar ise kumlu patates yemeye devam ediyor. 1958′in sonbaharında çok şaşırtıcı bir şey oluyor. Koshima maymunlarının bir kısmı (diyelim ki 99 maymun) artık patateslerini suda yıkayarak yemeyi öğrenmiş oluyor.

Bir sabah, gün doğarken yüzüncü maymun da patateslerini yıkayanlar arasına katılıyor. İşte o an her şey değişiyor. Aynı günün akşamı, adadaki hemen hemen tüm maymunlar, patateslerini yemeden önce yıkamaya başlıyor. Yüzüncü maymunun ilave enerjisi her nedense devrim yaratıyor! w00t21 w00t21

Ama hikâye bitmedi. Bilim insanlarını şaşırtan asıl sürpriz, bu adayla doğrudan bir ilişkileri olmadığı halde, diğer adalardaki maymun kolonilerinin de aynı anda patateslerini yıkamaya başlamaları… Yeni bir düşünce ve davranış tarzı, toplumları oluşturan fertlerin belirli bir oranı tarafından benimsendiği an, bu yenilik, mesafenin önemi olmaksızın zihinden zihine aktarılabiliyor. w00t21 w00t21
Yani, "Yüzüncü Maymun Fenomeni" denilen bu fenomen şunu gösteriyor: Yeni bir düşünce, yeni bir yol, toplumda sadece belirli sayıda insanlar tarafından biliniyorsa, bu yenilik sadece o kişilere ait bir şey oluyor.

Ama "bilenlerin" sayısı belli bir kritik noktaya ulaştığı an, sadece bir kişinin daha "yeni yol"a katılması, toplum bilincinin aşama geçirmesine yol açıyor. Yeni düşünce, birdenbire herkes tarafından düşünülmeye başlanıyor. Niceliğin niteliğe dönüşme noktası… 47

"Yüzüncü Maymun Fenomeni", Duke Üniversitesi'nden Doktor J.B. Rhine tarafından değişik deneylerde tekrarlanıyor. Sonuç her seferinde aynı. Bugüne dek mutsuz, huzursuz, bencil, korku dolu, karamsar bir dünya süre geldi. Zihinlerde hala taş devri korkularmı taşıyoruz. Yeniliklere açık, farklı düşünenler ise aşağılanıyorlar, alay ediliyorlar, toplum dışına itiliyorlar. Cesaretleri takdir edilmek bir yana söndürülmeye çalışılıyor bu insanların… Einstein bile teorisini ilk ortaya attığında meslektaşları tarafından kınanmış. Sıradan insan asla büyük insan olamaz. Doğar, yaşar ve ölür. Buna yaşamak denirse! Dünyada mutlu, huzurlu, sevecen, aydınlık dolu insanlar yok mu? Cesur bir dünya isteyen ve bu uğurda çaba göstermekten çekinmeyen, her şeyi göze alan insanlar yok mu? Elbette var. Sayıları gittikçe de çoğalıyor. İnsanın, insanlık boyutunda devrim yapabilmesi için yüzüncü maymunun aralarına katılmasını bekliyorlar. "Yüzüncü Maymun" belki de sizsiniz.