Yenilikçi fikir hiçbir şeydir aslolan icraattır | ||
İSTANBUL’UN ULAŞIMINI HAYAL DÜNYAMDA ÇÖZDÜM! Prof. Dr. Arman KIRIM'la BUSINESS |
Mali okuryazarlık ve bununla birlikte kendimiz olma yolunda fiziksel,ruhsal ve duygusal gelişimimize katkı sağlamasına yönelik tüm deneyimlerin paylaşılması adına..
28 Eki 2010
Başarı bir ya hep ya hiç meselesidir. Gerekli olan HER unsur yerinde değilse, başarıyı yakalamak çok zordur.
26 Eki 2010
Rota
İnsanın aslında saçma sapan olduğuna inandığı bir kavganın içinde dövüşmesi epeyce yıpratıcı.
Bugün bu ülkede sürdürülen mücadelenin çağdışı bir takıntıdan kaynaklandığını bilip bunu değiştirmek için uğraştığınızda, kaçınılmaz olarak o “çağdışılığın” ve saçmalığın bir parçası haline geliyorsunuz.
Cumhuriyet kurulduğundan beri aynı dövüşün içindeyiz.
Belli başlı dört konumuz var.
Başörtüsünde simgeleşmiş din sorunu.
Anadilde simgeleşmiş Kürt sorunu.
Zorunlu derste simgeleşmiş Alevi sorunu.
Askerlik meselesinde simgeleşmiş bireyselleşme sorunu.
Bütün bu sorunların kaynağı aynı yere ve aynı nedene dayanıyor.
Sünni dindar, “çocuğumun başörtüsünü kabul et” derken, devlete “benim varlığımı kabul et” diyor.
Kürt, “çocuğumun anadilde eğitim görmesini kabul et” derken, “benim varlığımı kabul et” diyor.
Alevi, “cemevini ibadethane kabul et, çocuğuma zorla Sünnilik öğretme” derken, “benim varlığımı kabul et” diyor.
Gençler, “beni zorla askere alma, hayatımın gidişatına sen müdahale etme” derken, “benim bir birey olduğumu, benim bir hayatım olduğunu kabul et” diyor.
Devlet de hepsine birden aynı cevabı veriyor.
“Kabul etmiyorum, siz yoksunuz.”
Şimdi bu çekişmenin anlamlı bir yanı var mı?
Bu ülkede Kürtler, Sünni dindarlar, Aleviler ve gençler yaşıyor.
Toplumun yüzde seksenini ya da yüzde doksanını oluşturuyor bu insanların toplamı.
Neredeyse bütün toplumunu reddeden bir devlet, varlığını nasıl sürdürecek?
İnternette dolaşan eğlenceli bir hikâye vardı, ne kadar gerçek, ne kadar yakıştırma bilmiyorum ama bizim bu durumumuza çok iyi uyuyor.
Amerikan Altıncı Filo’su Akdeniz’de yol alıyor.
İspanya açıklarında, tam rotalarında duran küçük bir ışık görüyorlar.
Amiral gemisi bir sinyal gönderiyor.
“Lütfen rotanızı değiştirip, yolumuzdan çekilin.”
Karşıdan cevap geliyor.
“Siz rotanızı değiştirin.”
Biraz daha yaklaşıyorlar.
Gene aynı mesajı gönderiyorlar.
“Burası Altıncı Filo, lütfen rotanızı değiştirip, yolumuzdan çekilin.”
Cevap da değişmiyor.
“Siz rotanızı değiştirin.”
Işığa iyice yaklaşıyorlar ve filo komutanı sinirlenip bizzat mesaj gönderiyor.
“Ben Altıncı Filo Komutanı Amiral bilmem kim, on iki gemi ve bir uçak gemisiyle yaklaşıyorum, rotamızdan çekilmezseniz ezileceksiniz.”
Karşıdan daha değişik bir cevap geliyor bu sefer.
“Ben 446 numaralı deniz fenerinin bekçisi Felipe, bir karım ve iki köpeğimle oturuyorum, isterseniz rotanızı değiştirmeyin.”
Devlet, böyle kendinden emin, koca bir filo gibi “küçük” gördüğü bir ışığın üstüne doğru tehditler savurarak gidiyor.
Tehdit ettiği şey “bir deniz feneri”.
Bu çarpışmayı göze alırsa, kayalara vurup batmaktan kurtulamaz.
Zaten devlet gemisi çoktan kayalara sürtünmeye başladı, her yanından su alıyor.
27 Nisan’da topluma posta koyan ordunun durumunu görüyoruz, Ergenekon davlarını durdurmaya uğraşan adalet sisteminin hali de ortada.
Eğer biraz daha diretirlerse olacağı belli.
Devlet, toplumu yenemez, yapabileceği tek şey “bu toplumun varlığını” kabul etmek.
Meselenin anlamsızlığı, sonucun kaçınılmazlığı, rota değişiminin zorunluluğu ortada.
Devletin takıntılarının saçmalığını, sonuçların kaçınılmazlığını bilerek bir kavgayı sürdürmek, hayatını “rotanı değiştir, rotanı değiştir,” diye bağırarak geçirmek insanı bunaltıyor.
Sonunda sıkılıp bir mesaj göndermek istiyorsun.
“Ben Ahmet, yetmiş milyon insanla burada oturuyoruz, istersen rotanı değiştirme.”
25 Eki 2010
Hiç sıkıntı çekmeden yetişen, merhametten mahrum kalır,
| |
İnsanlık halleri.........
İman bakımından insanların çeşitlerini bildiren bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Allahü teâlâ, insanları üç kısım olarak yarattı:
1- Hayvanlar gibi olanlardır. Allahü teâlânın, “Onların kalbleri var, ama anlamazlar; gözleri var, görmezler; kulakları var, işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdır” buyurduğu kişilerdir.
2- Bedenleri insan bedeni ise de, ruhları şeytan ruhu gibi olanlardır.
3- Allah’ın himayesinden başka himayenin olmadığı günde, onun himayesine sığınan müminlerdir.) [Hakîm]
İnsanlar rızkı kazanmada inanç yönünden beşe ayrılır:
1- Rızkın yalnız çalışmaktan geldiğine inananlar. (Kâfirler)
2- Rızkın hem Allah’tan, hem de çalışmaktan geldiğini sananlar. (Müşrikler)
3- Rızkın Allah’tan geldiğini bildiği halde, ya vermezse diye endişeye düşenler. (Münafıklar)
4- Rızkın Allahü teâlâdan geldiğini bildiği halde, çalışırken Allah’a asi olanlar. (Fâsıklar)
5- Rızkın Allah’tan geldiğine ve çalışmanın, sebebe yapışmak olduğuna inananlar. Çalışırken, Allahü teâlâya asi olmayanlar. (Salih müminler)
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki:
İnsanlar kendileriyle münasebet kurma yönünden üç kısma ayrılır:
1- Gıda gibi olanlar: Her zaman gereklidir.
2- İlaç gibi olanlar: Bazen ihtiyaç duyulur.
3- Hastalık gibi olanlar: Bunlara ihtiyaç duyulmasa da, gelip musallat olurlar. Bunlardan kurtulmak için, idare edilmeleri gerekir.
Yine İmam-ı Gazali hazretleri, insanları ahlak bakımındanüçe ayırıyor:
1- Yiyip içmek ve zevk etmekten başka bir şey bilmeyenler.
2- Hilekâr ve ikiyüzlü olup etrafındakileri aldatanlar ve onlara zulmedenler.
3- Güzel ahlak sahibi olan hakiki Müslümanlar.
Bilgi yönünden de insanlar dört gruba ayrılır:
1- Bildiğini bilen, [İyi kimseler]
2- Bildiğini bilmeyen, [İkaza, muhtaç olanlar]
3- Bilmediğini bilen, [Haddini bilenler]
4- Bilmediğini bilmeyen. [Zararlı kimseler]
21 Eki 2010
17 Eki 2010
Çiçek ve Su
Günün birinde Çiçek’le Su karşılaşır ve arkadaş olurlar.İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder birliktelikleri,tabii zaman lazımdır birbirlerini tanımak için.Gel zaman,git zaman Çiçek o kadar mutlu olur ki,mutluluktan içi içine sığmaz ve anlar ki,Su’ya aşık olmuştur.İlk kez aşık olan Çiçek,etrafa kokular saçar,”Sırf senin hatırın için,ey Su…” diyerek.Öyle bir zaman gelir ki,artık Su da içinde Çiçek’e karşı bir şeyler hissetmeye başlamıştır.Çiçek ve Su ilk kez aşık oluyorlardır.Günler ve aylar birbirini kovalar ve Çiçek “acaba Su beni seviyor mu?” diye düşünmeye başlar.Çünkü Su,pek ilgilenmez Çiçek’le.Halbuki Çiçek alışkın değildir böyle bir sevgiye,dayanamayacak duruma gelir.Çiçek,Su’ya “seni seviyorum”der. Su,”Ben de seni seviyorum”der.Aradan zaman geçer ve Çiçek yine “Su,seni seviyorum”der.Su,Çiçek’e yine aynı yanıtı verir,”Ben de …”der.Çiçek,sabırlıdır.
Bekler,bekler,bekler……Artık öyle bir hale gelir ki,Çiçek etrafa koku saçamaz olur ve son kez Su’ya “Seni seviyorum”der.Su da ona “Söyledim ya,ben de seni seviyorum”der.Çiçek en sonunda yataklara düşer,hastalanmıştır.Rengi solmuş,çehresi sararmıştır Çiçek’in.Su da başında bekler Çiçek’in,yardımcı olmak için sevdiğine…
Bellidir ki,artık Çiçek ölecektir ve son kez zorlukla başını döndürerek Su’ya der ki:”Seni ben,gerçekten seviyorum.”Bu durum karşısında hüzünlenir Su ve son çare olarak bir doktor çağırır.Doktor gelir ve muayene eder Çiçek’i.Doktor:”Hastanın durumu ümitsiz artık,elimizden bir şey gelmez.”Su merak eder,”sevgilisinin ölümüne sebep olacak olan hastalık nedir?” diye merak eder ve sorar doktora.Doktor,şöyle bir bakar Su’ya ve der ki:”Çiçeğin bir hastalığı yok dostum…Bu çiçek sadece susuz kalmış,ölümü onun için…”der.Ve anlamıştır artık Su,sevgiliye sadece “Seni seviyorum” demek yetmemektedir…..
Kaynak:Geveze-Aşka dair-Maviağaç Yay.
16 Eki 2010
kâr denklemi size diyor ki, satış gelirlerini arttırmak ne denli önemliyse, maliyetleri düşürmek de o kadar önemlidir.
Maliyetleri düşürmek için yeni yöntemler gerek | ||||
MALİYET DÜŞÜRMENİN YOLU FASONDAN GEÇİYOR |
Maliyet azaltmada sıra dışı yöntemler
15 Eki 2010
Özgür bir yaşam insanın kendi içine yaptığı yolculukla elde edilir,
Hepimiz hayatımızın bir anlamı olmasını isteriz. İsteriz ki bizi tatmin ve mutlu eden ne ise ona ulaşalım.
O an için ulaşmak istediğimiz şey ne ise hayatımızın gerçeğini ona göre oluştururuz.
Temelde ulaşmak istediklerimiz iki boyutta ele alınabilir. Somut / Soyut boyut
Bu iki boyut birbirine zıttır ve birbirini var eder.
Somut boyutu algılamak kolaydır,
Sağlıklı bir insan beş duyu organıyla bunları çok rahat fark edebilir,
Günümüz insanının en çok ulaşmak istedikleri bunlardır.
Bunlar elde edilebilecek somut her şeyi içerir.
Ekonomik güçler insanların bu tip isteklere sahip olması için çalışırlar,
Çünkü bunlardan elde edilecek olan rant iştah kabartacak cinstendir,
İnsanları hipnotize eden, çok çekici unsurları olan bir boyuttur.
Daha fazla maddi imkan ve güç sağlar,
Ev, araba, yat, kat gibi
İlk bakıldığında her insanın ulaşmayı arzulayacağı şeylerdir.
Ama bunlara ulaşmak istedikçe hayatlar somutlaşır.
Şekiller dünyasının esareti başlar,
İnsanlar bir anda mutlu olurken, sonra aniden mutsuz olabilirler
Çünkü bu boyutta her şey sahte ve yapaydır,
Ve tüm materyaller egoya yöneliktir,
İnsanlar zihin haritalarından dünyaya bakarlar,
Ve gördükleri her şeyi gerçek zannederler.
Zanlarına göre hareket ettikçe yanılırlar,
Yanıldıkça daha fazla zan üretmeye başlarlar.
Ama yanıldıklarını bir türlü fark edemezler.
Soyut boyut ise perdenin görünmeyen yüzüdür.
Bilinç yoluyla bu boyuta ulaşılır,
Mistik ve derindir,
Bu yüzden dikkat çekici ve albenili değildir,
Bu boyutu algılıyor olmak için arıyor olmak gerekir,
Çoğu zaman insanların bilinçsizce arıyor oldukları şeydir,
Bu insanlar hayatlarındaki somutluklara bakarlar ve
“hayatın anlamı bu olamaz” derler.
Derinden zihni kemiren bu düşünce soyut boyuta ulaştıran bir yol olur,
Dış dünyayı bırakıp içlerine baktıklarında ise soyutlaşmaya başlarlar,
Orada derin ve sessiz bir huzur vardır,
Mutlu olmak için hiçbir materyale gerek yoktur,
Bu insanlar da zihin haritalarından dünyaya bakarlar,
ama gördüklerinin bir illüzyon olduğunu bilirler,
Somut olan her şeyin görünmeyen yüzünü merak eder, araştırırlar,
Bu da onları gerçeğe bir adım daha yaklaştırır,
Her insanın hayatında bu iki boyuttan istekler vardır,
Çoğu zaman da bu iki boyut arasında gider gelirler,
Ancak şekiller dünyasının esaretinden gerçeği merak edenler kurtulur,
Özgür bir yaşam insanın kendi içine yaptığı yolculukla elde edilir,
Bu yolculuğu ise gerçeği arayanlar hak eder.
Dönüşüm Konağı
Necla Kadıyoran
14 Eki 2010
Ordu neden tek tip askerliğe geçmekte diretiyor. - Neşe Düzel'in DoçDr.Suavi Aydın'la yaptığı çarpıcı söyleşi
Türkiye’nin bugün ekonomisiyle, günlük yaşantısıyla, sanatıyla, hukukuyla gittiği ileri yerle, ordu açısından durduğu yer arasında müthiş bir mesafe var. Türkiye, önümüzdeki dönemde dünyayı geliştirecek birkaç motor ülkeden biri olarak gösteriliyor, dünyanın en hızlı büyüyen 16 ülkesi arasında yer alıyor ama, bugün hâlâ ne ordusunun masraflarını ve silah alımlarını denetleyebiliyor, ne 800 bin civarındaki asker sayısını azaltabiliyor, ne askerlik süresini kısaltabiliyor, ne de zorunlu askerlik uygulamasını gevşetebiliyor. Aksine Genelkurmay’ın daha da sert olan “tek tip askerlik” ısrarıyla karşı karşıya kalıyor. Türkiye’de toplum ve hayat değişirken ordu değişmiyor. Askere gitmeyenlerin sayısının her geçen gün artıyor olması bile, bu toplumda ciddi bir askerlik sorunu yaşandığının işareti sayılmıyor. Askerin zihniyeti esnemiyor. Oysa toplum, askerlik süresinin kısaltılmasını, bedelli askerliğin getirilmesini, zorunlu askerliğin AB ülkelerindeki gibi türlü seçeneklerle gevşetilmesini ve vicdani reddin tanınmasını talep ediyor. Peki, ordu uzun süreli zorunlu askerliği niye istiyor? Ordu neden tek tip askerliğe geçmekte diretiyor? 1930’ların ordu anlayışını hangi amaçla sürdürüyor? Toplumun bu çok ciddi meselesini, Türkiye’nin önde gelen sosyal bilimcilerinden tarihçi, sosyolog ve antropolog Suavi Aydın’la konuştuk. Milliyetçilik, etnisite, etnik tarih, modernleşme tarihi, devlet, Türk kimliği, ulusal kimlik sorunu üzerine çalışan, Ankara ve Mardin üzerine araştırmaları olan ve en son kitabı İletişim’den Terzinin Biçtiği Bedene Uymazsa adıyla çıkan Hacettepe öğretim üyesi Doç. Dr. Suavi Aydın Türkiye’de ordu ve askerlik konularında çok net, çok cesur ve çok çarpıcı tesbitlerde bulundu.
13 Eki 2010
Cumhuriyet'in sıfır noktası - Tespitleri okunmaya değer bulduğumdan paylaşıyorum.
Sistemin sonuna gelindi, yeni bir şeylerin gerektiği üzerinde hemen herkes hemfikir ama bitenin yerine neyin konulacağını da kimse tam olarak bilmiyor, bilenler ise bunu açıkça söylemiyor.
Bu yüzden yaklaşanın "apokaliptik bir sıfır noktası" (apocaliptic zero point) olması ihtimal dahilinde. Kafa karışıklıkları nedeniyle büyük huzursuzluklar, karmaşa, düzensizlikler ve yeni çatışmalar yaşanabilir.
Bildiğimiz, alıştığımız sistem eşitsizlikleriyle, sıradan resmi otoriterizmiyle, açık ve derin yapılarıyla, ideolojisiyle çoktan tarihe gömüldü bile. Yerine net bir yeni sistem konulmadı, bu yüzden şimdi boşluktayız.
ERGENEKON'U YANLIŞ ANLADIK
Ölen sistemin geleneksel koruyucularının ya takatleri kalmadı ya da korkuyorlar.
Hepimiz Ergenekon soruşturması sürecini aslında yanlış anladık, olan biteni sadece alışılmış resmi jargonla tartışmaya çalıştık. Oysa gözaltına alınmaların şekli ve tutuklanmalar, askerlerin savcı karşısına çıkarılmaları, kozmik odaya yapılan baskınlar, aramalar bunların hepsi aslında birer ideolojik haykırıştı. O sembollerle, "Eski sistem öldü, alışkanlıklarınızdan kaynaklanan tepkilerinizin artık bir anlamı yok"
deniliyordu anlayan herkese. Fakat bütün bu sürecin, aslında bir sistemin can çekişmesi olduğu zor anlaşıldı. Anlaşıldığı zaman ise iş işten geçmişti, Cumhuriyet artık çoktan "ancien regime" olmuştu.
Bu dediklerimi düz mantıkla anlayıp anlamlandırmanız mümkün değil. Cumhuriyet'i sadece bir hukuk sisteminden ve siyasi yapıdan ibaret oluşum olarak almayın; çünkü bu sistem, içindeki oyuncularından belirli davranış biçimleri talep eden, son derece katı kuralları ve davranış normları bulunan bir ideolojik sistemdi. Oyuncular kurallara uydukları sürece sistem görünürde sorunsuz şekilde sürüyordu.
İlk önce siyasi iktidar, oyunu alışılmış biçime oynamayı reddetti. AKP sistemin derinleşmiş, çürümüş yönlerine saldırdı. Bu arada eski rejimin koruyucu ve kollayıcıları da hem reel güç açısından hem de ideolojik açıdan "empotant" hale getirildiler; artık hiçbir oyuncu eskiden alışıldığı gibi oynamıyor veya oynayamı-yordu. Oyunlar olmayınca da ideolojik yapı çöktü. Ve alıştığımız, bildiğimiz cumhuriyet sistemi "Eski askerler ölmez ama ortadan çekilip giderler" cümlesinde olduğu gibi ortadan çekiliverdi
Cumhuriyet'in sonu, sessiz film döneminin sonuna benziyordu. O dönemde bütün seyirciler artık sessiz film modeline alışmışken, bir gün sadece tek bir çığlıkla (beyazperdede yaklaşmakta olan trene bakarak çığlık atan aktörün sesiyle) bir dönemin sonu geliverdi ve modern film tarihi başladı. Türkiye'de de Cumhuriyet döneminin dışlanmış, yabancılaşmış kesiminin
kolektif çığlığıyla eski sistem tükendi, yenisinin yolu açıldı. Bir "kopuş" türünde, devrim olmadan eski sistem çökertildi.
Bu gibi durumlarda eskinin çöktüğü ve yerine ne konulacağının henüz belli olmadığı, yani sıfır noktasında bulunan toplumlarda, benim yukarıda vurguladığım huzursuzlukların, düzensizliklerin yaşanması muhtemeldir.
Ancak başka bir ihtimal daha var. Hepimizin bunun olması için mücadele etmemiz gerekiyor.
FLORANSA ANI (FLORENCE MOMENT)
Kültür tarihinde "Floransa anı" diye bilinen bir kavram var. Bu, Rönesans öncesi Floransa'sında kültürel, ideolojik, siyasi birçok öğenin bir araya düzgün gelmesiyle yakalanan bir patlama anıdır. O günlerde Floransa birçok farklı öğeyi düzgün olarak bir araya getirebildiği için mutlu ve ilerleyen bir toplum kurabildi, Rönesans'ı gerçekleştirdi.
Şu an bir keskin bıçağın üstünde durmakta olan Türkiye'nin kendi "Floransa anı"nı yaratma şansı gerçekten var. Eski sistem yıkılırken uzun süredir zorunlu olarak baskı altında tutulan öylesine arzular, güçler ve enerjiler ortaya çıktı ki, bunlar tarihimizin bu aşamasında düzgün biçimde bir araya getirilebilirse Türkiye bundan sonra büyük bir gelişme yaşayabilir. Bu bizim "Floransa anı"mız olacak.
Eğer Türkiye yapmak zorunda olduklarını yapabilirse, yani insanlara ne yapmasını emreden laik sistemden insanların yaptıklarını kabul edip paylaştırmaya dayalı se-küler sisteme geçebilirse, zaten can çekişmekte olan derin güçlerini artık tamamen geçmişine kalıcı biçimde gömebilirse, daha demokratik olabilirse, mahalle baskılarını tamamen ortadan silerse, Türkiye "Floransa anı"nı kesinlikle yaşayacak ve dünyada da lider güçler arasında yer alacak.
Alıştığı sistemin ve o sistemin koruyucularının ortadan kalkması birçok insanda normal olarak endişe oluşturur. Ancak o endişeler, bizi bekleyenin illa "apokaliptik sıfır noktası" olması durumunda belki mantıki olabilirdi ama "Floransa anı"mızı yakalama ihtimalinin de bulunduğu bir toplumda o tür endişeleri taşımak ve o korkularla hareket etmek, hem kendimize hem de topluma kötülük etmek anlamına gelir. Eski zincirlerimizden kurtulursak, gelinen duruma daha objektif bakabilirsek, korkulu söylemler tutturmazsak, yaşanmış olan birçok acılı süreç sonunda Türkiye'nin önünde nihayet büyük bir yol açıldığını görebiliriz. Bizim "Floransa anı"mız da o yolun üzerinde bizi bekliyor.
ESKİYE SARILANLAR
Eskiden bir beklentileri olanların illa da kötü niyetliler olması gerekmiyor. Eski rejimde ne oluyordu? Bir hatırlayalım: Birçok dönemde sistemden çıkmak ve yeniyi inşa etmek için girişimler olurdu ve bunlar hayli yol da alabilirlerdi. Ama bu değişimler olurken bir yandan da "Her etki tepkiyi getirir" söylemini tutturan, yani çökmekte olan sistemin bir şekilde mutlaka karşı tepkiler verip canlanacağını düşünenler olurdu.
Ama bu defa durum çok farklı. Eski sistemin legal-illegal koruyucuları bu defa yenildiler ve tecrit edildiler, artık devletten destek alamıyorlar. Türkiye'de devletten destek almayan hiçbir karşı tepki girişimi olamayacağından bu defa gelişmeler tersine döndürülemeyecek.
Boşu boşuna umutlar yaratanlar, kendilerinin ve toplumun vaktini harcayacaklarına alternatife baksınlar ve neyin olası dahilinde olduğunu görmeye çalışsınlar. Dediğim gibi, ülkenin "Floransa anı", biraz elimizi uzatmayı bildiğimiz takdirde hemen yakınımızda duruyor.
Serdar Turgut
Akıldan kalbe yolculuk
Geçen gün bir danışanım görüşme öncesi formuna şunları yazmış: "Her günümü planlayıp hiçbir ânımı boşa geçirmek istemiyorum. Her ânım yeni şeyler yaparak, fark ederek geçmeli. " (Kendisinin izniyle yayınladım)
Bu yazıyı okuyunca adeta kendi üzerine yüklediği yükü hissettim. Bu nasıl bir baskıdır insanın kendi üzerinde yarattığı? Kendine nefes alacak bir alan bile bırakmadan her bir ânı planlamaya çalışmak...
Ben de böyleydim. O yüzden ne anlatmaya çalıştığını ve içindeki "bir şeyler kaçıyor" telâşını çok iyi anlayabildim. Kendimi yıllar içinde serbest bıraktıkça fark ettiğim bir şey var: "Bir şeyler kaçıyor" telaşıyla yaptığımız her şey aslında birçok şeyi kaçırmamıza yol açıyor.
Yıllar önce kendi kendime İspanya ve Fas'ı içine alan 1 aylık bir gezi yapmıştım. Elimde 3 ayrı rehber kitapla... Her şehirde görülmesi gereken nereleri varsa, onları kitaplardan okuyup bir rehber kadar öğrenmiş oluyordum. Meydanlar, meydanlardaki muhteşem camiler, katedraller... Hepsini fotoğraflarda görmüş olduğum için kafamı kaldırıp baktığımda hiçbir şey beni şaşırtamadı o gezide.
Bu geziden yıllar sonra Tibet'e gittim. Turun verdiği çok detaylı kitapçıkları -belki de yoğun çalışıyor olmanın verdiği yorgunlukla- okumak hiç içimden gelmedi. İlk gün 3500 metrede, basınç farkına alışamadığımız için yollarda bayılmayalım diye, otelden çıkmak bile yasaktı. Ben gene de gizlice en yakın bakkala gidip yeşil bir dondurma aldım.
Yalamaya başladığımda dünyam da değişmeye başladı. Dondurma bezelyeliydi. Dondurmada yeşil ile şam fıstığını bir tutan zihnim, önce bir şok geçirdi. Bu şok dalgası Tibet'te attığım her adımda daha da büyüdü. 3M Migros büyüklüğünde sadece kurutulmuş yılan, denizatı, çiçek, böcek satan eczaneler gördüm. Bizim anladığımız anlamda eczane yoktu. Kaç tane dil bilmeme rağmen hiçbir tabelayı okuyamadım. Hatta bir seferinde bisikletten bozma bir taksiye bindim. Başkent Lhasa'da kaldığım otelin adı da Lhasa Otel'di. "Lhasa Otel" dedim, taksici başka bir şey anladığı için yolda kayboldu.
Bildiğim hiçbir şey bu ülkede işe yaramadığı için, aklım pes etti. Zihnim, buradaki dünyayı anlamaya ve kavramaya yetmeyince resmen "Ne halin varsa gör" deyip dinlenmeye çekildi. O dakikadan sonra her şeyi bir çocuk merakı ile yaşamaya ve keşfetmeye başladım. Önüme gelen yemeğin ne olduğunu bilmiyordum mesela. Sormaya ve öğrenmeye çalışmıyordum artık. Bir çocuk gibi tadarak, içime sorarak, beğenip beğenmediğime karar veriyordum.
Bu tur, aklımın beni serbest bırakmasından dolayı hayatımdaki en güzel, en huzurlu turlardan biri oldu.
Bundan birkaç sene sonra yine bilmediğim bir yere gitmek istedim. Gezmeyi seven birkaç arkadaşımdan tavsiyeler alıp Tayland'a gitmeye karar verdim. Yalnız gitmek istemiyordum. İlk defa böyle bir şey yapıp, daha önce yalnızca iki kere gördüğüm çok da hoş bulduğum bir kıza benimle tatile gitmek isteyip istemediğini sordum. "Gelirim" dedi. "Ama Tayland'a gidiyoruz" dedim. Ona da "Tamam" dedi.
Gece oturdum, bilgisayar başında Tayland'ı araştırmaya başladım. Dünyanın en güzel adaları Tayland'daydı. Hangini okusam aklım onda kalıyordu. Okudukça şunu fark ettim: Hepsi o kadar güzeldi ki, hangini seçsem diğerini seçmediğim için mutsuz oluyordum.
İşte o anda bilgisayarımı kapattım. Bir daha Tayland konusunda hiç okumamaya, hatta yanıma harita bile almamaya karar verdim. Bu kararımı arkadaşıma da söyledim ve ondan da buna uymasını rica ettim. Gezi boyunca sadece kalbimizin sesini dinleyecektik.
Biletimizi aldıktan sonra 24 saat bile geçmeden uçaktaydık. Birbirimizi doğru dürüst tanımıyorduk bile, nereye gittiğimizi, nerede kalacağımızı da bilmiyorduk ancak çok mutluyduk.
Hikayenin bundan sonrası onlarca ilkle, birçok ilginç anıyla dolu. Ben sadece kendimizi akışa bırakınca neler olduğunu kısaca anlatacağım.
Sonuç olarak, 15 gün boyunca hiçbir şeye akılla karar vermedik. Ne haritamız, ne rehberimiz, ne kitabımız vardı. Her şeye anda karar verdik. Oraya vardığımızda yaşlı bir kadının bizi taksiye bindirip gönderdiği devlete ait bir turizm acentasında, hayatımızın en ucuz en güzel tatillerinden birini planladık. Lazım olduğunda otellerde asansörlerde bulunan fotokopi haritaları kullandık. Karnımız acıktığında elimize tutuşturulan ilanları izledik, kendimizi yemek kitapları yazan bir kadının restoranında bulduk. Hayatımda yediğim en güzel yemeklerdi.
Daha önce hiç denemediğimiz halde soldan akan trafikte motorsiklet kiralayıp saatte 60 km hızla motorsiklet kullandık. Köpekten bile korkan ben, filin boynuna oturup safaride fil sürdüm, timsah büyüklüğünde sürüngenler kovaladım.
Planlasak bu kadar güzel bir tatil olamazdı. Biz sadece karşımıza çkanları her seferinde içimize sorduk. Her kararımızı o anda verdik. Aklımıza uysa da, içimizin istemediği hiçbir şeyi yapmadık.
İyi ki bir şeyleri kaçırmamak için 3 ayrı kitaptan gideceğimiz yerleri okumadık. İyi ki plan yapmadık!
Bu notu eklemek ihtiyacı duydum. Yazı hayatı tamamen akışına bırakıp yaşayın demiyor aslında. Tamamen akılla yaşayan ve içindeki sesi hiç duyamayanlar için, bir süre sadece içinizdeki sesi dinleyin diyor. Bu sizi iç sesinizle tanıştıracak. Bize akıl da verildiyse, önemli olan hayatta iç sesi ve aklı dengeleyerek adım atmak. Düşüncem budur... Daha önce ânı yaşamakla ilgili bir yazımda yazmıştım. Bence kişinin yolda kaybolmaması için genel bir istikamet belirlemesi önemli. Bu yazıya da göz atabilirsiniz: Ânı yaşamak ne demek?
Habertürk gazetesinden posta kutuma bugün bir soru geldi: Mutluluk anı yaşamaktan mı geçiyor yoksa hayatı planlamaktan mı?
Bu tartışma nereden çıkıyor? "Anı yaşayanlar" bir süre sonra boşluğa düşüyor, hayatı fazla "planlayanlar" da bir süre sonra boğuluyor. Her iki durumda da mutluluk, yani benim anladığım şekliyle doyumlu bir yaşam gelmiyor.
Ben koçluğu anlatırken şöyle diyorum: "Koçluk, hayallerinizi planlara, planlarınızı da gerçeğe dönüştürmenizi sağlar." Planlarınızı gerçeğe dönüştürürken de anı yaşayabilirsiniz.
Anı yaşamak demek, "ben kafama eseni yaparım, kimseye de hesap vermem" demek değildir. Anı yaşamak, "ne yapıyorsanız onu yapmak"tır. Çay içiyorsanız çay içmek, müzik dinliyorsanız müzik dinlemektir. İçtiğiniz çayın sıcaklığını, kokusunu, tazeliğini hissetmektir. Dinlediğiniz müziğin içine girmektir.
Ancak, böyle yaşamak tek başına doyumlu bir hayat getirmez. Çünkü "Ben neden yaşıyorum, hangi amaca hizmet ediyorum?" sorusuna kendinizce yanıt bulamazsınız. Bir süre sonra yaptığınız her şey boş gelmeye başlar. O yüzden her adımı tek tek planlamasanız da genel bir istikamet belirlemek gerekir.
Planlı yaşamak size çok ağırlık veriyorsa hedeflerin esnek ve değiştirilebilir olduğunu da hatırlatayım. Hayal ettiğiniz noktaya 3 değil de 5 yılda gelme ihtimalini göz önünde bulundurun. Ya da 2 senelik tecrübeden sonra başka bir şey istediğinizi fark ettiyseniz, eski planınızı bırakıp yeni bir plan yapın.
Aklınızın ve kalbinizin sesini dinleyerek hayallerinize doğru attığınız her adım size doyumlu bir yaşamı getirecektir.
http://www.zestcoaching.com/blog
Para ile İlgili İnançlarınız
Ne yaparsanız yapın bir türlü istediğiniz kadar kazanamadığınızı düşünüyorsanız, kazandığınız para hiç elinizde durmuyorsa veya maddi olarak hep eksideyseniz büyük ihtimalle para ile ilgili engelleyen inançlarınız var. Aşağıdaki anketi size bu konuda farkındalık kazandırması için hazırladım.
Eğer şıklara bakarken içiniz sıkılıyorsa, rahatsız oluyorsanız, engelleyen inançlarınızın olduğu kesin. Devam edin ve inançlarınızla tanışın.
Değerlendirmeyi tamamladığınızda sonuçları görebilirsiniz. Şıkların hiçbiri size uymuyorsa anketi tamamen boş olarak da gönderebilirsiniz.
Hangileri sizin düşünceniz? Hangileri sizi yansıtıyor? Hangilerine gerçekten inanıyorsunuz? Hangilerine çocukluğunuzdan beri duya duya inandınız?
anketi görmek için:
http://www.zestcoaching.com/anketler/161-para-ile-ilgili-inanclariniz.html
aşağıdaki egzersizi okumadan önce anketi gözden geçirmenizi öneriyor yazar.
Para ile ilgili egzersizler |
Bu yazı, bugüne kadar para ile ilgili kısıtlayan inançlarımızı keşfetmeniz konusunda karşıma çıkan en iyi yazı. Yazarı, Litvanyalı genç bir koç Simona Rich. Bu kadar kolay anlaşılır ve uygulanır egzersizleri bize sunduğu için kendisine çok teşekkür ederim.
Zengin değilseniz para ile ilgili bazı kısıtlayan inançlar tutuyorsunuz.
Bu yazıda sizlere para ile ilgili inançlarınızı sınamanızı ve paranın serbest akışıyla ilgili sizi nelerin engellediği anlamanız için birkaç önemli yol anlatacağım.
Anlatacağım teori, onu uygulamaya geçirmenizi gerektirecek. Eğer anlatılan adımları dürüstçe uygulamaya koyarsanız sizi zengin olmaktan alıkoyan inançlarınızı ortaya çıkaracaksınız.
Eğer bazı adımlar sizi rahatsız ederse (düşünürken veya yaparken) bu paraya karşı kuvvetli bir direnciniz olduğunu gösterir.
O zaman bu durumla ilgili rahatsız eden şeyin ne olduğunu sorgulamanız gerekecek ve böylece kısıtlayan inancınızı ortaya çıkarabileceksiniz.
Para hakkındaki engelleyen inançlarınızı, aşağıdaki testlerden en az rahatsızlık verenlerden birini kendinizi rahat hissedene kadar defalarca yaparak da ortadan kaldırabilirsiniz. Böylece paranın olmadığı konfor bölgesinden çıkıp, zenginliğin olduğu bir konfor bölgesine geçeceksiniz.
Ayrıca, bazı adımları kolay bulabilirsiniz ama iş onları yapmaya geldiğinde zorlanabilirsiniz. Bu da gösteriyor ki içinizde çok derinlerde bir yerde parayla ilgili farkında bile olmadığınız engelleyen inançlarınız var. Bu inançları keşfetmek ve o inançlardan kurtulabilmek harikadır.
Parayla ilgili engelleyen inançlarınızın olup olmadığını bulma yolları
Pahalı Araba
Bu testi önce hayal ederek ardından fırsat bulduğunuzda da hayata geçirerek yapabilirsiniz.
Kendinizi kalabalık bir caddede hayal edin. Değeri birkaç ev kadar olan güzel ve lüks bir araba da sağınızda duruyor.
Ne kadar ışıltılı ve yeni olduğunu görebiliyorsunuz. Araba siyah renkli ve açık camından beyaz deri kaplı güzel içini görebiliyorsunuz.
Bu sizi nasıl hissettiriyor? Bu durumdaki düşünceleriniz neler? Herhangi bir düşünce geldiğinde anında farkına varın ve yazın.
Eğer para ile ilgili engelleyen inançlarınız varsa, düşünceleriniz aşağıdaki gibi olacak.
- “Birkaç evden daha pahalı bir araba almanın ne gereği var?”
- “Bu arabayı kullanan adam gösteriş meraklısının teki.”
- “Muhtemelen herkes arabasına baktığını düşünecektir o yüzden ben o tarafa bakmayayım.”
- “Böyle arabalar alacağına gerçekten ihtiyacı olan birilerine bağışlayabilirdi”
- “Harika bir araba ancak ben hiçbir zaman bunu alamam.”
- “Benim erişebileceğimden çok uzakta.”
- “Böyle bir araba almam için tüm hayatım boyunca çalışmam lazım.”
- “Böyle arabaları ancak aşırı zengin adamlar alabilir ve ben onlardan biri değilim.”
Eğer parayla ilgili engelleyen inançlarınız yoksa düşünceleriniz şu şekilde olmalı:
- “Ne kadar güzel bir araba, ileride bu arabayı alabileceğimden eminim.”
- “Bu araba benim favorilerimden biri.”
- “İnsanların böyle arabalar alabilecek gücünün olması harika bir şey.”
- “Bu arabanın sahibinin hayatta çok şeyler başardığına eminim, böyle insanların yakınına gelmek ve onlardan bir şeyler öğrenebilmek harika.”
- “Umarım bu kişi sahip olmak istediği her şeye sahiptir.”
- “Eminim ki bu arabaya sahip olacağım çünkü realiteme girmesine tamamen izin veriyorum.”
Eğer kaynakla uyum içindeyseniz o zaman da şöyle düşünebilirdiniz:
- “Ben bu arabayı kolayca alabilirim.”
- “Bu arabanın benim deneyimlerim arasına gireceğini hissediyorum.”
- “Para hayatıma o kadar kolaylıkla akıyor ki niyet ettiğimde bu arabayı da kolaylıkla alabilirim.”
Böyle bir ortamı hayal edin. Gerçek hayatta böyle bir durum gerçekleştiğinde zihninizde oluşan ani düşüncelerin farkında olun. Bu para ile ilgili tuttuğunuz engelleyen inançlarınızı fark etmenizi sağlayacaktır.
Zengin İnsan
Kendinizi sıcak bir ülkede deniz kenarında tatilde hayal edin. Lüks bir otelin kenarında fotoğraf çekerken, birden harika görünümlü genç bir delikanlının otelden çıktığını fark ediyorsunuz. Hemen tasarım harikası olan güneş gözlüklerini, parlak siyah saçlarını ve modaya uygun beyaz t-shirt'ü gözünüze çarpıyor. Cep telefonuyla konuşuyor ve gülümsüyor. Siyah lüks bir araba yanında duruyor ve içinden çıkan şoför kapıyı onun için açıyor.
Bu durum sizi nasıl hissettirdi? Hayal ederken hangi düşünceler oluştu? Bir kenara yazın ve gerçek hayatınızda benzer bir durum yaşadığınızda düşüncelerinizin farkına varın. Böylece ne zaman zengin bir kişi görseniz, durumla ilgili ne düşündüğünüzün farkına varın.
Lüks Restoran
Önceki iki testte sadece gözlemlemeniz yetti ancak son iki test sizin de katılımınızı gerektiriyor.
Bulabildiğiniz en lüks restoran veya otelden içeri girin ve orada bir içecek ısmarlayın. Yapabilir misiniz? ya da yapmanız için kendinizi zorlamanız mı gerekiyor? Sadece düşüncesi bile rahatsız mı ediyor yoksa sadece içeri girerken mi rahatsız oluyorsunuz?
Tepkiniz, parayla ilgili engelleyen inançlarınızın ne kadar kuvvetli olduğunu gösteriyor. Eğer sadece düşüncesi bile rahatsız ediyorsa parayla ilgili güçlü engelleyen inançlarınız var. Eğer bütün bu süreç sizin için akıcı ve ilginç bir deneyimse zenginlik için doğru yoldasınız.
Eğer bu denemede zorlanıyorsanız, kendinizi rahat hissedene kadar yapmalısınız. Böylece kendinizi, daha çok parayı çektiğiniz yeni bir güvenli bölgede bulacaksınız.
Lüks Dükkan
Bulabildiğiniz en lüks mağaza ya da dükkâna gidin. Bir şey almanız gerekmiyor ancak nasıl hissettiğinizi gözleyin.
Londra'da yaşadığım için ben her zaman Harrods'a giderim. Burası; kapıyı görevlilerin açtığı, özel tasarım ürünlerin satıldığı en lüks mağazalardan biridir.
Harrods'a ilk gittiğimde bunun çok kötü bir deneyim olduğunu hatırlıyorum. Kendimi oraya ait hissetmedim ve insanların da oraya ait olmadığımı hissedeceklerini düşündüm. 1500£ (3500 TL) değerindeki çantalara bakarken kendimi gerçekten rahatsız hissettim. Onlara dokunamadım bile.
Bu tamamen benim parayla ilgili rahatsızlığımı gösteriyordu ve doğal olarak o zamanlar param yoktu. Ancak artık durum farklı.
Artık Harrods benim için çok bildik bir yer, orada alışveriş yaparken kendimi evde gibi hissediyorum. İnsanlar bana hep iyi davranıyorlar. Birçok özel tasarım ürününü deniyorum ve mağazada saatler geçirebiliyorum. Bu durum, Harrods'ın artık benim konfor bölgemde olduğunu ve servetle ilgili engelleyen inançlar tutmadığımı gösteriyor. 2000 £ (4500 TL)'ye ayakkabı alanları gördüğümde artık acayip bulmuyorum ve deneyimlerine servetin kolayca akmasına izin verdikleri için onları onurlandırıyorum.
Böyle bir deneyim size ne hissettirirdi? Kendinizi Harrods'la ilgili anlattığım ilk örnekte mi ikinci örnekte mi görüyorsunuz?
Çeviren: Hakan Arabacıoğlu
Yazının orijinali ve Simona'nın diğer yazıları için:
http://www.personal-development-coach.net/limiting-beliefs-about-money.html
Sabit fikirli misiniz gelişim odaklı mı?
(Yazıyı buradan okuyabilirsiniz. http://www.hürriyet.com.tr/yazarlar/12574290.asp?yazarid=313&gid=61)
Şimdi bu sürecin altında yatan mekanizmayı anlatacağım.
İnsanların düşünme tarzları onların hayatını etkileyen en büyük etken. Düşünme tarzını da ikiye ayırmak mümkün: sabit fikirliler ve gelişim odaklılar.
Sabit Fikirliler
Sabit fikirliler; karakterin, ahlâkın, kişiliğin ve zekanın doğuştan geldiğini, sabit olduğunu ve degişemeyeceğini düşünür. Durum böyle olunca, onlar için amaç kendilerinde bu özelliklerden fazlasıyla olduğunu göstermektir. Kendilerini ispatlamak önemlidir.
Gelişim Odaklılar
Gelişim odaklılar ise karakterin, ahlâkın, kişiliğin ve zekanın doğuştan gelmediğini ve çaba ile geliştirilebileceğini düşünür. Durum böyle olunca, onlar için amaç her koşulda bunları geliştirmektir.
Burada önemli olan bu özelliklerin doğuştan gelip gelmediği değil. Önemli olan kişinin neye inandığı.
Ego ve Öğrenme
Tahmin ettiğiniz gibi sabit fikirliler için önemli olan egolarını korumak.
Gelişim odaklılar için önemli olan her durumda kendilerini geliştirmek.
Bir hata yapıldığı veya başarısızlık yaşandığı zaman, sabit fikirliler enerjilerini egolarını korumak için kullanır. Bahane bulur, suçu dışarıda arar, geçmiş başarılarını hatırlar veya kendilerini daha başarısız kişilerler karşılaştırır.
Ama gelişim odaklılar, hata yaptıktan sonra nerede hata yaptıklarını öğrenir, kendilerini geliştirmenin yöntemini öğrenir ve aynı hatayı bir daha yapmamanın yoluna arar. Her hata onlar için bir öğrenme fırsatıdır. Hatalarından öğrenir. Sürekli geri bildirim alır.
Araştırma
Stanford Üniversitesinden Carol Dweck ilginç bir araştırma yapıyor. Bir gruba yazılı bir sınav veriyor. Sonuçları açıkladıktan sonra bu kişilere şöyle bir seçenek sunuyor: Diğer kişilerin kâğıtlarına bakabilirsiniz.
Dweck, kim kimin kağıdına bakmış inceliyor. Sonuç ilginç.
Sabit fikirliler kendi egolarını şişirmek için kendinden kötü yapanların kâğıtlarını bakıyor; gelişim odaklılar kendilerini geliştirmek için kendilerinden daha iyi yapanların kağıda bakıyor.
Beyin Dalgaları
Carol Dweck bulgusunu MRI ile de ispatlamak istiyor. Yeni bir grubu laboratuvara alıyor ve onlara bir test yapıyor. Her sorudan sonra o sorunun yanıtını veriyor ve sorunun açıklamasını yapıyor.
Tabii ki bu arada beyindeki ilgili bölgelerin ne zaman aktive olduğuna bakıyor. Sabit fikirlilerin beyni sorunun yanıtı söylendiği zaman daha çok aktive oluyor ama açıklama söylenirken çok aktive olmuyor. Yani açıklama ile değil sadece doğru yapıp yapmadıklarıyla ilgileniyorlar.
Gelişim odaklıların beyni daha çok açıklama söylenirken aktive oluyor. Onlar kendilerini geliştirmek için daha çok açıklama ile ilgileniyor.
Denemek ve Başarmak
Başarı için sürekli çaba göstermek ve denemek önemli. Denemek ise sabit fikirlilerin en büyük düşmanı. Eğer deneyip, başarısız olurlarsa, egolarını korumak için bahane bulmaları zor.
Çocukların sabit fikirli olup olmaması ailenin tutumuna bağlı. Çocuğun başarısı çalışma, çaba gösterme yada gayret etme dışındaki etkenlere bağlandığı (zeka gibi) zaman çocuk sabit fikirli yetişiyor.
Çocuğa ailede verilen mesajlar çok önemli. Tabii ki siz sabit fikirliyseniz, çocuğunuzun sabit fikirli olma ihtimali yüksek.
Özgür BolatTarikat Mı? Barikat mı? --Yazı oldukça ağır olmasına rağmen okunmaya değer...
Nefs'i muhtelif mertebelerden oluşan bir hiyerarşi içinde açık kılmaya çalışan teorinin uzunca bir süreç içinde oluştuğu kesindir.
Bu süreci anlamak için başka şeyleri anlamaya ihtiyaç var.
Dünyayı ve eşyayı Kur'an'dan hareketle anlamak ve tanımlamak zorunluluğunu hisseden dindar bilinç, gayet tabiidir ki kelime ve kavramlarını Kur'an'dan temin edebilmek için elinden geleni yapmış, Kur'an'ın en küçük bir işaretinden bile istifade etmek için büyük çaba göstermiştir.
Aradıklarını bulmakta da hiç güçlük çekmemiştir.
Tarih içerisinde oluşan teoriler, bu açıdan, dinî değil, aklî ve nazarîdir. Daha açıkçası yapılan açıklama teşebbüslerinin hiçbiri İslâm değildir, ve fakat İslâmî'dir. Yani müslüman bilincin eseridir. Dolayısıyla hakikat(in kendisi) değil, bilâkis onun ifadesi ve temsilidir.
Sürekliliği de bu cihettendir. Duygusal yaşantıların kavramsallaştırılma gücünden.
Dindar bilinç, inancını ve duygusal tecrübelerini kavramsallaştırabildiği ölçüde onlara süreklilik kazandırır. Çünkü ancak böylelikle üzerinde konuşulacak bir alan oluşabilir.
Konuşulabilecek ve sınanabilecek bir alan.
İmanın (inancın) değil, iknânın (tutarlılığın) geçerli olduğu bir alan.
Sözgelimi "Kaal ilmi değil, hâl ilmidir" denilen tasavvufun, bir zamanlar kaale gelmeseydi, kalemin konusu yapılmasaydı, sıradan bir edebiyattan ne farkı kalırdı?
Evet, tavavvuf hâl ilmidir, ama yine de bir ilimdir. Teorik bir dil kullanması kaçınılmazdır bu yüzden. Her defasında sağlaması hâl ile yapılacak bir dil...
Kelimeleri değil sadece, terimleri de olan bir dil...
Nefs meselesinde de önce ikili/üçlü tasnifler kullanılmış, sonra dörtlü tasnif yaygınlaşmış, en nihayet bu tasnif de yedi mertebe olarak kemâline erdirilmiştir.
Dikkat edilmesi gereken, burada, itibarın itibar-ı aklî olmasıdır. Bu tür tasnif ve tertiblerden maksad, bazı ayrıntıları ifade etme ihtiyacıdır.
Niçin?
Sırf insanın ruhî/manevî yaşamını kavramsallaştırmak için. İrfanı —mümkün olabildiği kadarıyla— ilme dönüştürmek için. Talibin, insan yaşamının en köklü tecrübeleriyle hiç değilse zihnen yakınlık kurmasına yardımcı olmak için.
Tertib ve tasniflerin nassî değil aklî, itikadî değil inşâi olmasının hikmeti budur.
Bazı ustalar Varlığı ikiye ayırmış, bazıları dörde, bazıları yediye, bazıları kırka...
Maksada hizmet ettiği ölçüde hepsi de caizdir.
Bu türden teorik inşâların devrin bilim anlayışıyla uyum içerisinde olduğunu bilmek gerek. Nitekim klasik fizik, tıb ve psikoloji ilkeleri nazar-ı itibara alınmadan bu yapıları derinliğine kavramak mümkün değildir.
İnsanın en köklü hâllerine ilişkin kadîm kavramsal yapılarla çağdaş dindarlığın bir türlü yakınlık kuramamasının en temel nedeni, bu yapıların arkasındaki bilimsel çerçevenin analiz dışı bırakılmış olmasıdır.
Sözgelimi İbn Arabî'nin veya Hz. Pir-i Mevlanâ'nın kullandığı dilin, o devrin tıb ve psikoloji verileriyle uygunluk arzettiği ve Tevil'in/Yorum'un gücünü artıran bir cihetin de doğrudan bu uygunluk olduğu dikkate alınacak olursa, acaba devrin tıb ve psikolojisi nazar-ı itibara alınmadan tek başına Füsûs'un veya Mesnevî'nin hakkı verilebilir mi?
Aslâ!
Bu sorunun sorulmasında ve bu cevabın verilmesinde bir fevkaladelik yok!
Suâli şöyle soralım o hâlde, ve erbab-ı himmetten bir cevap bekleyelim:
Geleneksel yapılar, meselâ tasavvufî ve felsefî ruh/nefs/akıl/beden nazariyatı, bugünün bilimsel verileriyle ne denli uygunluk içerisindedir?
Modern insanın sorunlarını, çelişkilerini, çıkmazlarını yorumlamak bakımından geleneksel nazariyâtın açıklama gücüne ne kadar güvenebiliriz?
Farklı temellerden köken alan yapıları birbirleriyle karşılaştırmak mümkün müdür? Mümkünse bu karşılaştırma hangi ilkeler, hangi veriler çerçevesinde gerçekleştirilebilir?
Farklı bilimsel paradigmaları karşılaştırmak mümkün, peki ya duygusal (dinî) bir yapı ile kavramsal (aklî) bir yapıyı?
...
İslâm dünyası kavramsal olanla duygusal olanı dikkatle tefrik edebilecek entelektüel kararlılıktan yoksun görünüyor.
Tamir ettiği çatının üzerine yıkılmasından korktuğu için, entelijensiya, 'dinî' metinleri tartışılması (doğrulanması veya yanlışlanması) hem gereksiz, hem imkânsız 'edebî' metinler derekesine indirgemekten hiç çekinmiyor.
Bugün adına Tasavvuf denilen cereyanın bir zamanlar bilimsel karşılığı İlm-i Hak ve/veya İlm-i Vücûd idi.
Şimdiyse tasavvuf edebiyatı. Aklı yere seren değil, akıldan kaçan mistifikasyonlar mecmuası.
"Anlamazsın, yaşaman gerekir" hakikatini vulgarize eden ciddiyet yoksunluğu.
Bir adım sonra, mürid biriktirme hevesi.
Hakikat talibinin siyaset dışı kalmak konusundaki hassasiyetini anlayabilirim, ama bilim-dışı, akıl-dışı kalmayı bir marifet gibi sunması karşısında susamam.
Kaal İlmi'nden vazgeçtik, Hâl İlmi'ni ise öpüp başımıza koyuyoruz.
Peki ya, ilimden/irfandan yoksun sözümona 'hâl' şarlatanlığını?
Onu da tüccarâna terkediyoruz; talibin ayaklarının dibine...
Şarlatanlığın üstesinden gelebilirse ancak talib yolun hakkını verebilir.
Gayenin.
Aşk u iştiyakın yani.
Sarımsağın beyin tümörünü yok ettiği kanıtlandı.
Fakat ilk defa laboratuar ortamında yapılan bilimsel deneylerle sarımsaktan elde edilen organik ekstreler glioblastoma adı verilen beyintümörü hücrelerine uygulanarak sonuçları gözlemlendi. Nöroloji uzmanları Prof.Dr. Swapan Ray, Prof.Dr.Narenda Banik ve Dr.Arabinda Das, saygın tıp dergilerinden Amerikan Kanser Derneği dergisinde yayınladıkları çalışmada sarımsaktan elde edilen organik maddelerin insan beyin tümörü hücrelerini öldürdüğünü bildirdiler.
Bilimadamları bunun sarımsakta bulunan sülfoidlerin, bölünmek için yüksek enerjiye ihtiyaç duyan tümör hücrelerine reaktif oksijen vererek bu hücrelerin ölümüne yol açtığını söylüyorlar. Bilimadamları organosülfoidlerin tüm etkilerinin araştırılmasının en az üç beş sene sürebileceğini fakat sarımsak gibi doğal bir besinin muhtemelen herhangi bir yan etkisi olmadan kolayca uygulanabileceğini söylüyorlar.
"Taze sarımsağı kesin ve kabuklarını soyun. Sarımsakları ezin ve 15 dakika bekletin. Bu sarımsak içinde bulunan enzimleri harekete geçirip içerdiği maddeleri antitümör özelliği olan kimyasallara dönüştürecektir."
Sarımsağın beyin tümörü üzerine etkisi hakkında Amerika'dan CJ isimli bir beyin tümörü hastası ise şunları söylüyor:
"2005 yılında Oligodendroglioma Grade III teşhisi konuldu. Ameliyattan sonra 18 ay boyunca Temodal kullandım. Temodal kullanırken her 2 ayda bir çektirdiğim MRlarda tümörün alındığı bölgede yeni tümör oluşumu gözlendi. Sarımsağın beyin tümörüne etkisi üzerine okuduğum araştırma sonuçları beni sarımsağın işe yarayabileceği konusunda ikna etti. Hergün bir diş sarımsak almaya başladım (ince kıyıp oda sıcaklığında 15 dakika bekleterek). 2007 yılında büyüyen tümör tekrar ameliyatla küçültüldü. İkinci ameliyattan sonrada sarımsak kullanmaya devam ettim. Sarımsak kullanmaya başlayışımın üzerinden 4 sene geçti ve MRlarımda hiçbir tümör üremesi görülmüyor. Hala sarımsak kullanmaya devam ediyorum. Bunun yanısıra, yaban mersini, ıspanak, brokoli, domates, akai çileği, portakal ve havuç gibi yiyecekleri en haftada 4 kez alıyorum. Tümörün yok olması yüzde yüz sarımsaktandır demeye cüret edemem ama 4 yıldır bende herhangi bir üreme yok. Etkisinden tam emin olamasamda sarımsak doğal bir besin olduğu için kullanılmasının hiçbir mahsuru yok bu yüzden hala almaya devam ediyorum."
KAYNAKLAR:
- Beyin Tümörü Destek Grubu
- Garlic compounds generate reactive oxygen species leading to activation of stress kinases and cysteine proteases for apoptosis in human glioblastoma T98G and U87MG cells. Das A, Banik NL, Ray SK. Cancer. 2007 Sep 1;110(5):1083-95. PMID: 17647244
- Garlic compounds induced calpain and intrinsic caspase cascade for apoptosis in human malignant neuroblastoma SH-SY5Y cells. Karmakar S, Banik NL, Patel SJ, Ray SK. Apoptosis. 2007 Apr;12(4):671-84. PMID: 17219050
- Garlic constituent diallyl trisulfide induced apoptosis in MCF7 human breast cancer cells. Malki A, El-Saadani M, Sultan AS. Cancer Biol Ther. 2009 Nov;8(22):2175-85. Epub 2009 Nov 22. PMID: 19823037
- Biological properties of garlic and garlic-derived organosulfur compounds. Iciek M, Kwiecień I, Włodek L. Environ Mol Mutagen. 2009 Apr;50(3):247-65. Review. PMID: 19253339
- Garlic and Cancer Prevention: Questions and Answers http://www.cancer.gov/cancertopics/factsheet/Prevention/garlic-and-cancer-prevention
-
12 Eki 2010
Birbirimizi ne kadar teselli edebiliyorsak, o ilişki o kadar iyi bir ilişkidir.
İki insan arasında var ve aslolan şeyin "ilişki" olduğuna inanırım. Arası bozuk olan iki insan arasındaki temel mevzu ilişkiyse, arası iyi olanların da sahip oldukları o "iyi şey"in ilişki olduğu aşikârdır.
İyi bir ilişkinin ölçütleri nelerdir? Bu soru zihnimin bir kenarında hep durur. Alt alta dizilmiş maddelere yenilerini ekleyebilirim umuduyla.
"Birbirini çok sevmek" desem, sevginin hissî yönünün bugün varsa yarın yok da olabileceğine çokça şahit oldum. Aşk desem, hiç değil. Aşk zaman zaman nefrete bile kolayca dönüşebiliyor. Aşk ve şevkle evlenen insanların birkaç ay sonra en kısa yoldan boşanma yolları aramaları hiç de nadirattan değil. Aşkın ve âşığın kendisi teselliye muhtaçtır.
Şimdi bir cevabım daha var. Bir kitabın ismi dikkatimi çekti ilkin. Aradığım ölçütlerden birini daha bulduğumu biliyordum. Kitabın (Teselliler Kitabı) sonundan başladım okumaya. "Teselli Etmeyen Sözler" bölümünde geyik teselli sözlerine yer veriyordu yazar (Yusuf Özkan Özburun): "'Boş ver, üzülme', 'Hadi, bir dahaki sefere!', 'Aman, sen de her şeyi ciddiye alıyorsun, yak bir sigara', 'Bir fincan çay iç düzelirsin', 'Aldırma, her gencin başına gelir', 'Kaçarı yok, olacak olacak, yorma kafanı...' 'Senin başına gelen de bir şey mi? Bak ben sana ne yaşadığımı bir anlatayım da sen haline şükret...'"
Kitabın başına döndüm. Epigraf olarak yer verilmiş olan Kâinatın En Değerli Varlığı'nın sözüyse aradığım cevabın tam tamına bu olduğunu düşündüm: "Kim musibete uğramış birini teselli ederse o, teselli ettiği kişinin o dert sebebiyle kazandığı sevap kadar sevap kazanır." Birimizin ötekine verebileceği en güzel şeylerden birinin "teselli" olduğuna kanaat getirdim o an.
Teselli kelimesi gelip oturdu zihnimin başköşesine. Kâinatın En Değerli Varlığı da teselliye muhtaç mıydı, diye düşünürken birkaç sayfa ötede eşi Hz. Hatice'nin Hz. Peygamber'i tesellisiyle karşılaştım. "Eşlerin birbirine verebileceği en kıymetli şeylerden biri nedir? İyi bir ilişkinin önemli ölçütlerinden biri nedir?" sorularına rahatlıkla "Kalbi tatmin edecek tesellidir." diyebilirim artık. Şöyleydi gelmiş geçmiş en güzel eşin tesellisi: "...Vallahi, Allah seni utandırmaz. Çünkü sen, akrabalarına bakarsın, sözün doğrusunu söylersin, fakir ve muhtaçlara elinden gelen yardımı yapar, hiç kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafirlere ikram eder, onları ağırlarsın. Hak'tan gelen felaketler karşısında insanlara yardım edersin." Bir erkek başka ne duymak ister ki karısından!
Anlamsızlığın, yalnızlığın, hüznün, ölümün, ayrılığın, çirkinliğin, ihtiyarlığın, iyi çocuklar yetiştirememenin, aşk acılarının teselli edicisi olmaya çalışırken yazar, aslında tesellisine muhtaç olduğumuz temel varoluşsal acılarımızın altını da çizmiş. Özburun'un, anlamsızlığı irdelerken hayata karşı içimizde bir soğukluk, uzaklık ve yabancılaşma hissinin oluşmasını temel iki sebebe dayandırması özellikle dikkat çekici. Bunlardan birincisini dünyaya ve dünya nimetlerine tapınma derecesinde bir hırs ile istekli olmak ve bu istekleri elde edemeyince dünyadan ve hayattan soğumak, uzaklaşmak olarak formüle ediyor. İkinci uzaklaşma biçimini ise insani bir hal olarak görüp dünyanın hakikatine ulaşma olarak değerlendiriyor. Dünyanın ve dünya nimetlerinin gelip geçen tarafından yüz çevirip sonsuza açılan yüzlerine yoğunlaşmaktan kaynaklanan uzaklaşma ve soğuma hissi tespitini değerli bir tespit olarak okudum.
Yalnızlığın tesellisini sunarken de meleklerden bahis açması manidar. "Meleklerin kanat hışırtıları her yanı sarmışken, bir gülün dikeninden bile bir melek gülümsüyorken..." cümlesi dikkatimi gülün dikenlerine daha bir dikkatle çevirmeme vesile oldu.
Sonra başına döndüm kitabın. "Önsöz: Teselliyiz Birbirimize..." başlıklı kendi hayat serencamını da anlattığı önsözde, Hâce Yusuf Hemedâni'nin Rutbetu'l-Hayat'ında "Hayat nedir?" sorusuna verdiği cevaba yer veriyor: "Hayat, teselli olmaktır. Kişi teselli bulduğu şeyle yaşar, onunla hayattadır... Dünyanın oyuncaklarıyla teselli olan kişi 'dünya ile yaşayan'; Rabbinin zikri ve meşguliyeti ile teselli olan kişi ise 'Mevla ile yaşayan' insandır."
Yazarın önsözdeki "Bu geçici yurtta, birbirimize en büyük vazifemiz tesellidir, diyorum." sözü bu kitabın cümlesiydi benim için. İyi bir ilişkinin de tariflerinden birini bulmanın sevincini duyarak bitirdim kitabı: Birbirimizi ne kadar teselli edebiliyorsak, o ilişki o kadar iyi bir ilişkidir.
Mustafa ULUSOY / Zaman
7 Eki 2010
Anlamlı sözler.........
İnançlarımızı destekleyen kanıtları keşfetmenin verdiği haz paha biçilmezdir.Anonim
Bir tür yanılgıya sahip olmayanlar asla mutlu olamaz.Mutluluğunuz için yanılgılar da en az gerçekler kadar gereklidir.C.Bovee.
İnsanın tüm kuvveti ve dayanma gücü görünmeyene olan inancından ileri gelir.İnançlarına sıkı sıkıya bağlı olanların kuşkusu zayıftır.Büyük işlerin ardında sağlam inanışlar vardır.J.F.Clarke.
Bir insan gerçekten ne zaman hastadır?Zihninde hiçbir inanış,hayatında hiçbir umut kalmadığı zaman.S.Chinmoy
İlk önce her şeye inandığımız bir dönem vardı,ardından bazı şeylerin farkına varsak da inanmaya devam ettik,sonrasında ne olursa olsun inanmamaya başladık ve bir sonraki etapta gene her şeye inanır olduk.Ama bu kez neden inandığımızı temellendirmek zorundayız.G.C.Lichtenberg
Kendinizden emin olmadığınız bir işe girişmeyin ama bir başkası sizden emin değil diye de asla vazgeçmeyin.S.E.White
İnandığın hiçbir şey gerçek değildir,ancak neye inanıyorsan o senin gerçeğindir.NNLP ilkesi
Bizler kendimiz için inandığımız,başkaları için yaptığımız kadarız.NNLP ilkesi
Hayatta vazgeçemediğiniz şey/şeyler bizim sahibimizdir,özgürlüğümüzün sınırı vazgeçemediklerimizdir.NNLP ilkesi
Aşk"ben"leri yok etmek pahasına"biz"olmak,sınırları iyi çizilmiş bir evlilik "ben"leri koruyarak "biz" olabilmektir.Sadakatsizlik ise "biz"i yok etme riskini göze almaktır.M.Z.Sungur
Aşk bir görme kusuru,evlilik ise bu kusurun tedavisidir.M.Z.Sungur
Acı,artık orada olmayanın senin yaşamındaki önemini ortaya koyar.Ancak unutma ki bir ilişkiyi kaybetmekten daha kötü olanı anlamını kaybetmektir.Eğer yalnızca ilişkiyi kaybedersen bu,insan olduğunu gösterir.Ama ilişki kurmanın anlamlı olduğu inancını kaybedersen bu,en insani özelliğini kaybetmek olur.M.Z.Sungur
Kelimeler tıpkı cam gibidir.Berraklaştıramadıkları şeyleri bulanıklaştırırlar.”
J.Joubert