26 Ağu 2010

DAR AYAKKABI...





 

O bayram bana ayakkabı almaya karar verdiler.
Hazır ayakkabı satan mağaza yoktu sehirde.
Tek ayakkabı yapan dükkanda ayakkabıcı çıplak ayağımı bir kartonun üzerine koydu, iyice basmamı söyledikten sonra ağzındaki kurşun kalemi eline alıp ayağımın çevresini çizdi.O ayağımın çizildiği karton benim ayakkabı numaramdı...
Günlerce yeni ayakkabılarımın hayalini kurdum.
Babamın anlattığına göre ayakkabılarım siyah ve bağcıklı olacaktı.Kapının her çalınışında koştum...
Ayakkabılarım bayramdan bir gün önce geldi, siyah-bağcıklı...
O gün onları giymedim. Bayram gecesi yatağımın altına yerleştirdim yeni ayakkabılarımı.
Arada bir kalkıp kutusundan çıkartıyor, yere koyuyor, yukarıdan,yandan, önden bakıp duruyordum.
Parlak ve yuvarlak burnunu gecenin karanlığında kim bilir kaç kez oksadım.
Uyku girmedi gözüme.
Sabahleyin ev ahalisi kalktığında, ayakkabı kutusu kucağımda sandalyede oturuyordum ben.
Ayakkabımı babam giydirdi.Ayağıma olmamıstı ayakkabılarım, dardı ve canımı yakmıstı..Ama bunu babama söylemedim.
O "Sıkıyor mu?" diye sordukca "Hayır"yanıtını veriyordum. "Dar, ayağımı acıtıyor" desem, geri gidecekti ayakkabılarım ve ayakkabıcının hemen bir yeni ayakkabı yapması imkansızdı.
O bayram sabahı canım yana yana yürüdüm.Bir süre sonra acı dayanılmaz oldu.Dişimi sıktım.Topalladım.Soranlara "Dizimi vurdum" dedim, ama ayakkabılarımın ayağımı sıktığını kimseye söylemedim....

Doğrusunu isterseniz yaşam dar ayakkabıyla yürümektir....
Kimi zaman dar bir maaş, kimi zaman sevimsiz bir iş..
Kimi zaman bir mekan dar ayakkabı olur bize, kimi zaman bir çevre, kimi zaman bir sokak, ya da bir şehir...
Kimi zaman dostluklar, arkadaşlıklar, beraberlikler bir dar ayakkabıya dönüşür.
Kimi zaman 'zaman'dır dar ayakkabı, geçmek bilmez...
Kimi zaman zenginlik, kimi zaman başınızı koyduğunuz yastık...Canınız yanar.Topallaya topallaya gidersiniz.
Sonra öğrenirsin yaşamın dar ayakkabıyla yürüme sanatı olduğunu...







24 Ağu 2010

Aradığın hikmet ne Çin'dedir, ne Hindistan'da bazen. Durur önünde........

Bütün bir öğleden sonra arkadaşım ve ben pirinç ayıkladık karşılıklı. Hızımızı alamadık, gidip bakkaldan en ucuz, en kurtlu pirinçleri alıp onları da ayıkladık tepsi tepsi. Kendi içimizdeki kusurları, eksikleri, hamlıkları ayıklamak ister gibi.

Ruhunu kirli fikirlerden, hasetten ve nefretten arındırmak için Hindistan’a gidip, orada iki buçuk ay inzivaya çekilen çılgın bir arkadaşım var. Bu hafta nihayet yurda döndü, altı kilo zayıflamış ve güneşten kararmış olarak. Saçlarında renkli boncuklar, kollarında dizili bilezikler, bileklerinde gümüş halhallar, baktım her adımında şangırdıyor züccaciye dükkânı gibi. Renklenmiş, şenlenmiş, ne güzel. Oturduk beraber, yasemin kokulu bir tütsü yaktı. Bir de ne olduğunu bilmediğim yabani otlar. Etrafa morlu yeşilli taşlar serpiştirdi, enerjimizi dengelesin diyeymiş. O baharatlı sütlü çaylar içti, anlattı. Ben dinledim, gözlerim kapalı.

Beslenme alışkanlıklarını tepeden tırnağa değiştirmiş oradayken. “Sana benzedim” dedi. “Artık ben de et yemiyorum.” Güzel! İnanıyorum ki kırmızı etsiz de mümkün bu hayat. Köftesiz, dönersiz, hamburgersiz de mümkün pekala. Sigarayı da bırakmış üstelik. “Düşünmek, konuşmak, üretmek için içime gri duman çekmeye ihtiyacım yok,” dedi. Sigarayı beş sene evvel bırakan ama sigara fikrini hâlâ seven ben, sessizce geçiştirdim. Az sonra mutfağa gitti, iki tepsi ayıklanmamış pirinçle çıkageldi. “Konuşurken bir yandan da bunları ayıklayalım” dedi. Öğrendiği meditasyonun parçasıymış meğer. “İnsan pirinç ayıklarken daha sakin bir tabiata bürünüyor.”

Buraya kadar her şey iyi hoş da pirinç teorisine takıldım. Kırmamak için sesimi çıkarmadım. Halbuki ben ne ev kadınları tanıyorum, bir yandan pirinç ayıklarken bir yandan da çatır çatır dedikodu yapmaya muktedir, ona buna laf yetiştiren. Sanmam ki taşlı pirinç meditasyonu bize söksün. Benim aklımı asıl kurcalayan nokta başka. Arınmak için uzaklara gitmeye, inzivaya çekilmeye, her şeyden ve hatta herkesten kopmaya bir diyeceğim yok. Her insanın zaman zaman bu tür yolculuklara ihtiyacı olabilir. İki sene Arizona çöllerinde yaşamış biri olarak nasıl anlamam bu gitme-kopma-çekilme arzusunu? Ama esas zorluk inzivada değil. Esas mesele, dönünce bıraktığın hayata uyum sağlamakta. Öğrendiklerin ile yaşadığın toplum arasında bir denge kurmakta. Bir şirkette çalışırken, sokakta yürürken, okulda ders görürken, vapurda otururken, marketten alışveriş yaparken... Velhasıl esas değişim, bir yere gitmeden yapılan değişim. Tam şu anda, şimdi ve burada. Hayatın içinde, tam da göbeğinde kalıp da, gene de ötesine geçmek mümkün mü? Toplumdan kopmadan “ermiş”lik mertebesine ulaşan var mı acaba?

İnsandan uzaklaşmadan insanlığı sevmek mümkün mü acaba?

Etrafına bir bak. Tanıdıklarının ve aşina olduklarının yanı sıra bilmediğin ne çok insan var bu dünyada ve her birinde kaç dünya saklı? Roman ki insanı hikâyeleriyle anlama ve anlatma sanatı, romancının işi zerrede kâinatı, insandaki âlemi bulmak.

Sevdiklerin ve hoşlandıkların var muhakkak, bir de bir türlü sevemediklerin. Bir de bilmeden anlamadan, tanımadan dinlemeden hakkında nice sözler söylediklerin. Halbuki herkesin bir değil, binlerce hali var. Sen onun bir yönünü bilirsin, bir başkası farklı bir yönünü. Sen ona “iyi” dersin, o “kötü”. Ne senin resmin bütünü temsil eder, ne diğerininki. İstisnasız herkes ne hikâyeler yaşamış, ne badireler atlatmış. Kimi görece daha rahat yollardan geçmiş; kimi dikenli, engebeli, taşlı çukurlu. Kiminin dizlerinde yara izleri. Kiminin sırça yüreği kırılmış vakti zamanında, kimi kalp üstüne kalp kırmış. Şu anda gördüğün her insan, fikri, sözleri ve görünüşü ne olursa olsun, bir sürecin sonucu. Herkes bir yolculuktan gelmiş... Herkes yol yorgunu... O kadar çok ihtiyacımız var ki dinlenmeye, tazelenmeye.

O kadar ihtiyacımız var ki yepyeni bir söz söylemeye. Gönlümüz ve zihnimiz kanatlanmak istiyor ya, eski huylarımız, kırgınlıklarımız ve kızgınlıklarımız habire ayaklarımızdan tutup dibe çekiyor bizi. İzin vermiyor hafiflememize. Bir kenara atabilsek keşke tortulanmış duyguları, çoktan eskimiş benlerimizi, örselenmiş hallerimizi. “Kendine gel, yepyeni bir söz söyle de dünya yenilensin. Sözün, öylesine bir söz olmalı ki dünyanın sınırını aşmalı.” Böyle diyor Mevlânâ. Ve ekliyor bir başka yerde. “İnsan pek büyük bir şeydir. Onda her şey yazılmıştır. Fakat perdeler, karanlıklar, kendisindeki o bilgiyi okumasına meydan vermez.”

Bütün bir öğleden sonra arkadaşım ve ben pirinç ayıkladık karşılıklı. Hızımızı alamadık, gidip bakkaldan en ucuz, en kurtlu pirinçleri alıp onları da ayıkladık tepsi tepsi. Kendi içimizdeki kusurları, eksikleri, hamlıkları ayıklamak ister gibi.“Ben bu çalışıp çabalama dünyasında iyi huydan daha güzel bir ehliyet görmedim”, diyor Mevlânâ. “Kimde iyi huy varsa kurtulmuştur. Herkes, önce kendi kusurunu görseydi halini ıslah etmekten gaflet eder miydi? Halk kendisinden gafildir, babam gafil. Onun için birbirlerinin kusurlarını görürler. /Ben kendi yüzümü göremem de senin yüzünü görürüm. Sen de benim yüzümü görürsün.”

Aradığın hikmet ne Çin’dedir, ne Hindistan’da bazen. Durur önünde. Burnunun ucunda. Keşfedilmeyi bekleyen ne çok söz var bu topraklarda.


Elif Şafak

22 Ağu 2010

filler, biniciler ve Oruc




 

Filler, Biniciler ve Oruç


“Afrika’da terbiye edilmemiş bir file binip ona yön vermeye çalışanlar, pek fark etmeseler de aynada kendilerini görmüş gibi olurlar. Terbiye edilmemiş isteklere yön vermek, bir fili idare etmeye eş değerdir.

Melih Arat


Bu yaz Amerika’dan satın alarak döndüğüm kitapların içinde Chip ve Dan Heath’in kaleme aldığı “Switch” Değiştir isimli kitap var. Kitabın alt başlığı çok çekici “Değiştirilmesi zor şeyleri nasıl değiştirirsiniz?” Türkiye’ye döndüğümde kitaba 25 dolar ödediğime üzüldüm. Çünkü kitabın Türkçe versiyonu Optimist yayınlarından çıkmış ve ofisime ulaşmıştı. Hasan Balcı’nın biyografisini yazmak için Kahramanmaraş’ta bir otel odasında çalışıyordum. Bütün gün çalıştıktan sonra zihnim iyice yorulmuştu ve akşam altı sularında iftarı beklerken bilgisayarın bir tuşuna daha basmak istemiyordum. 2000 yılından beri televizyon perhizi yapıyorum; ama elim kumandaya gitti. Otel odasında televizyonu açtım. Sonra Sanat’ın sesini duydum; “Sen televizyon izlemezsin ki!” Evet, kendi kimliğime çelişen, tutarsız bir şey yapıyordum. Kendimi topladım ve televizyonu kumandasından kapattım. Sehpanın üstünde duran Switch isimli kitabı aldım.

Switch kitabı, bizim Nefis Yönetimi dediğimiz konuda İslam kültüründen kopya çekmiyorsa bile, tamamen nefis yönetimiyle ilgili çok başarılı bir metafor / örnek bulmuş. Bulduğu metafor fil ve Binicisi. İnsanın güdüleri fil, aklı da binici. Fil çok büyük, binici ise çok küçük. Binicinin işi fili yönlendirmek, ama fil bir şey yaptırmak isterse binicinin onu durdurması çok zor. Binici çok yedin dur diyor; fil ise şu fıstıklı kadayıfın da tadına bir bakayım. Binici kalk çalış diyor; fil şimdi sırası değil diyor. Kitabın cümleleriyle gidersek “akılcı zihin, atletik bir vücut ister, duygusal zihin krema dolgulu çikolata. Akılcı zihin egzersiz yapmak için sabah altıda kalkmak ister, duygusal zihin bir çarşaf ve battaniye kozasının içinde uyuklar. Duygusal yanımız fil, akılcı yanımız da onun binicisidir. Binici ile altı tonluk fil, hangi yöne gidecekleri konusunda fikir ayrılığına düşecek olursa, binici kaybeder.”  Benim oteldeki örneğimde, nefsim televizyon izlemek istedi; ama yapmam gereken kitap okumaktı. Ancak birçok örnekte sanırım hepimiz için nefsimizin istediğini bırakıp yapmamız gerekene odaklanmak çok zor.

İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı, filimizi dizginlemeyi öğrenmek için çok iyi bir fırsat, ne var ki çok azımız Ramazan ayı sonrasına kalacak bir değişim elde ediyoruz. Oruç tutanlar nefislerini  / fillerini 30 gün boyunca dizginliyorlar; ama 30 günün sonunda kişilik ya da davranış değişimi geçiren çok kimse yok. Sanırım böyle bir şeyi fark eden ve hedefleyen de yok. Kişisel gözlemim şöyle, Ramazan ayında her ne kadar maneviyatımız yükseliyorsa da, sanki birçoğumuz kendimizin daha iyi bir versiyonunu geliştirmek açısından sadece aç kalıyor gibi görünüyor. Böyle söylememin nedeni, öğrenciler 30 gün oruç tuttuktan sonra daha çalışkan olmuyorlar; kendilerini sinirli kabul eden insanlar daha yumuşak ve hoşgörülü olmuyorlar. Sigarayı bırakmak isteyenler sigarayı bırakmıyor; düzensizler düzenli olmuyor; kilo vermek isteyenler yemek düzenlerini değiştirmiyor. Erken kalkmak isteyenler erken kalkmıyor. Halbuki 30 gün boyunca filini dizginleyen insanın sonrasında dizginlemeye devam etmesi gerekmiyor mu?

Nasıl bir iftar yapmalıyız? Mükellef bir sofrada mı, imkanımız olsa da bir büfede mi, mütevazı bir sofrada mı? Bu soruya daha iyi cevap verebilecek benden çok daha alim zatlar var; ama izninizle ben kendi çıkardığım sonucu söylemek istiyorum. Eğer bütün gün nefsimize hakim olmaya çalışıyorsak, oruç açıldığında da fiziksel ihtiyacımızı karşılayacak mütevazı bir iftar yapmalıyız. Kuş sütünün eksik olmadığı bir iftar sonrası, kendinden geçmiş bir şekilde yiyeceklere saldırılan bir iftar sanırım gün boyu yapılan nefis terbiyesinin ruhuna pek uygun değil. Heath kardeşlere göre değişim, fil ve binici aynı yönde hareket etmeyi başardığında mümkün. 

 

__._,_.___



__,_._,___



-

17 Ağu 2010

Unuttuğunda yalnız olur ancak insan, asla unutmaması gerekeni

İnsan, kimin kendi isteklerini daha tatmin ettiğine bakar,
 O insanı yakını sanmak için...
 Ya ne istediğini bilmiyorsa o insan...
 Ya da istedikleri özüne zarar veriyorsa...
 İnsan kendine yakın bulduklarını arar sadece...
 Ya aradıkların gerçekten yakının değilse...
 Ya onların isteklerini tatmin ettiğin için yakınında iseler...

 İnsan diğer insanları arar, kendini yalnız hissettiğinde...
 Ta ki kalabalıkta da kendini yalnız hissedene kadar.

 Yalnızlık tek başına olmak değildir oysa!
 Ve yalnızlık değildir, bir kişi tarafından terk edilmek...
 Ve yalnızlık değildir, sevdiklerinin cenazesinde bulunmak...
 İnsan, terk edildiğinde değil, yakını öldüğünde değil, tek başına kaldığında
 değil...
 İnsan, ancak sana senden daha yakın olanı unuttuğunda yalnız olur.Sana ait her şeyi vereni,
 Ve sana ait olan her şeyi geri alacak olanı
 Unuttuğunda yalnız olur ancak.
 Çevrendeki her şeyden ve herkes den önce olanı,
 Ve çevrendeki her şey ve herkes den sonra olacak olanı,
 Unuttuğunda yalnız olur ancak insan, asla unutmaması gerekeni.
 O dur sadece yalnızlığı yok eden.
 Ve odur sadece seni, seninle mutlu edebilen.

 Herkes seni terk edebilir.
 Bu değildir mühim olan...
 Tek başına olmak değildir.
 Tek başına ol, ama asla yalnız kalma...
 Mühim olan budur...

 Yahya Hamurcu
 Dönüşüm Konağı

Mutluluk diye bir şey yoktur, mutlu olmak vardır.' ; der New NLP.



yetersizlik + haddini bilmeme" kokteyli




 

Dunning-Kruger sendromu- Psikolojide Nobel ödülü alan çalışma:

Psikologlar Justin Kruger ve David Dunning'in tarihe geçmelerine vesile olan teorileri özetle, "cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır" der.

Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda şu bulgulara ulaşılmıştır: 

-Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.

-Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.

-Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp  anlamaktan da acizdirler.

-Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar. 

Değerlendirme zaafı:

İki uzman daha sonra, bu teorilerini test etme fırsatı da buldular. Cornell Üniversitesi' nden 45 öğrenciye bir test yaptılar, çeşitli sorular sordular.

Ardından öğrencilerden "testin sonucunda ne kadar başarılı olacaklarını tahmin etmelerini" istediler.

En başarısızların (yani sadece yüzde 10 ve daha az doğru cevap verenlerin), testin yüzde 60'ına doğru cevap verdiklerine, ayrıca iyi günlerinde olsalar yüzde 70'e ulaşabileceklerine inandıkları ortaya çıktı.

En iyilerin (yani en az yüzde 90 doğru cevap verenlerin) en alçakgönüllü denekler olduğu (soruların yüzde 70'ine doğru cevap verdiklerini düşündükleri) görüldü.

( Not: Dunning ve Kruger bu çalışmalarıyla 2000 yılında  Nobel kazandılar.)

İnsan kendi kapasitesini değerlendirmekten ve eksikliğini teşhis etmekten aciz olabilir.

Ama asıl vahim olan, bu "yetersizlik + haddini bilmeme" kokteylinin, mesleki açıdan, karşı koyulmaz bir itici güç oluşturması, kariyer açısından bir eksiyken, artıya dönüşmesi.

İşinde çok iyi olduğuna yürekten inanan "yetersiz", kendini ve yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve haddi olmayan görevlere talip olmaktan en küçük bir rahatsızlık duymayacaktır.

Aksine bunu bir "hak"olarak görecektir.

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar ise çalışma hayatında "fazla alçakgönüllü" davranarak kendilerine haksızlık edecekler, öne çıkmayacaklar, yüksek görevlere kendiliklerinden talip olmayacaklar, kıymetlerinin bilinmesini bekleyecekler (ve bilinmeyince için için kırılacaklar ve kendilerini daha da geriye çekecekler) ve muhtemelen üstleri tarafından "ihtiras eksikliği" ile suçlanabileceklerdir.


 


Aşk'a dair güzel sözler......


VAR MIYDIN GERÇEKTEN?

GÖZLERİMİZ BULUŞMADAN, ELLERİMİZ BİRBİRİNE DEĞMEDEN, YALNIZCA YÜREKLERİMİZLE , DOLUDİZGİN BİR AŞKI SENİNLE PAYLAŞTIK MI BİZ?

YOKSA..ACIMASIZ BİR ALDATMACA MIYDI YAŞADIKLARIMIZ? KİMDİN SEN? BİLİNÇALTIMIN BANA OYNADIĞI BİR OYUN...GERÇEKLEŞMESİNİ İSTEDİĞİM ULAŞILMAZ BİR DÜŞ..KAHREDİCİ BİR DUYGU YANILSAMASI...HANGİSİYDİN?

VAR MIYDIN GERÇEKTEN? BİLEMİYORUM....

 

CANAN TAN



Ne olurdu, seninle tatlılaşsaydım; yaşayış zaten acı. Ne olurdu, sen razı olsaydın benden de, herkes kızsaydı bana. Ne olurdu, seninle aram düzgün olsaydı da, bütün alemlerle aram açılsaydı, dünya yıkılıp yansaydı. Sen beni sevdikten sonra malın mülkün değeri mi olur?Zaten toprak üstünde ne varsa hepsi de toprak olacaktır.

(Hz. Mevlana)


Yalnızlığımızla çoğalıp kalabalığımızla eksiliyoruz ve öylesine kalabalık ki yalnızlığımız,,ne yana dönsek kendimize çarpıyoruz.."İğde Kokuları / AHMET ALTAN



Aşka uçma kanatların yanar. Sadi Şirazi.

Aşka uçmadıktan sonra kanatlar neye yarar? Hz. Mevlana

Aşka vardıktan sonra kanadı kim arar? Yunus Emre.

 


Bir kalb ki onun sevmesi aldanması yok

Tutkunluğu yok , bir güzele yanması yok

Bin kez yazık olsun sevgisiz yüreğe

Aşksız geçecek günlerin faydası yok

 

ÖMER HAYYAM



Hiç birşey için "benimdir" deme. Sadece de ki "yanımdadır." Çünkü ne altın, ne

toprak, ne sevgili, ne hayat, ne ölüm, ne huzur, ne de keder.. Daima

Seninle Kalmaz.. (H.Lawrence)



LEYLA değilim dost,

lakin çağirirsan çöllere gelirim.

Sana yalan halde gelmem,toplarim özümü yalin halde gelirim.

Kapiyi çaldigimda "kim o?" dersen,ben olmam kapinda,

Sen olur gelirim,

Sen gel de,yeter ki!

Yük olmam yol olur gelirim

 

 

Bekliyorum;

Öyle bir havada gel ki,

vazgeçmek mümkün olmasın

OrhanVeli...



Gül Dikene Sormuş; Neden Üstümdesin? Batarsın Diye Kimse Bana Dokunamıyor.

Diken Cevap Vermiş Herkes Sana Dokunsa Bu Kadar Güzel Olmazdın !

 

yalnız, sanma ki gül dikenin himayesinde, diken de itibar görür gülün sayesinde..



yaptığımız şeyler için pişmanlık zamanla geçer, ne war ki, yapmadığımız şeylere pişmanlığın çaresi yok!... 

 en büyük pişmanlığım pişman olurum diye yapmadıklarım.



Gördüler ayrı ayrı vardıkları yerde

Sonsuza dek sürecek yanlışlıklarını

Gördüler ayrı ayrı kaldıkları yerde

Ayrı ayrı büyüyen yalnızlıklarını...(Ö.ASAF

Çok çalışmak mı? Akıllı çalışmak mı? her tercih bir vazgeçiştir aynı zamanda karar sizlerin.

Bir zamanlar küçük eski bir köy varmış.Yaşanası bir yermiş,ama bir sorunu varmış.Köyde su sıkıntısı çekilirmiş.Bu sorunu kökten çözmek için köyün yaşlıları köye günlük olarak su getirme işini ihaleye çıkarmaya karar vermişler.İki kişi adaylığını koymuş,köyün yaşlıları her ikisiyle de anlaşma imzalamışlar.Biraz rekabet fiyatları düşük tutar,bizi de susuz kalmaktan kurtarır diye düşünmüşler

İhaleyi alanlardan ilki, Ed hemen koşup paslanmaz çelikten iki kova alır,birbuçuk km.ötedeki göle gider,sabahtan akşama dek köye su taşımaya koyulur.Tanyerinden günbatımına dek elinde iki kova hiç durmadan su taşıdığı için hemen para kazanmaya başlar.Getridiği suyu köylülerin inşa ettiği sarnıca doldurur.Her sabah köy halkı yataklarındayken yollara düşüp uyandıklarında yeterli su bulmalarını sağlamak zorundadır.Yorucu bir iştir,ama para kazandığı için mutludur,ihaleye girip işi alan iki kişiden biri olduğuna sevinmektedir.

İkinci kişi,Bill bir süre ortalıkta görünmez Bu durum aylar sürünce rakipsiz görünen Ed sevinir.Bütün parayı o kazanmaktadır.

Biil ise Ed ile rekabet etmek üzere iki kova satın almak yerine Bill iş planı yapmayı yeğlemiştir:Bir şirket kurar,dört yatırımcı bulur ve şirketin başına bir yönetici getirir;altı ay sonra da inşaat ekibiyle çıkagelir.Bir yıl içinde gölden köye geniş çaplı paslanmaz çelikten su borusu hattı döşer.

Açılış töreninde Biil kendi taşıdığı suyun Ed'in getirdiği sudan daha temiz olduğuna değinir.O suyla ilgili şikayetler kulağına gelmiştir.Aynı zamanda köye haftanın yedi günü 24 saat boyunca su sağlayabileceğine işaret eder.Ed yalnızca iş günlerinde su taşımaktadır…Hafta sonlarında çalışmaz.Bill,ayrıca daha sağlıklı ve güvenilir olan bu su karşılığında Ed'in aldığı ücretin %75'ini alacağını ilan eder.Bunu alkışlarla karşılayan köy halkı hemen yollara düşer,Bill'in boru hattının ucundaki çeşmeye koşar.

Onunla rekabet edebilmek için Ed hemen fiyatlarını %75 oranında indirir,iki kova daha satın alır,kovalarına kapak takar ve her seferinde dört kova taşımaya başlar.Daha iyi hizmet verebilsin diye gece vardiyaları ve her hafta sonlarında iki oğlunu da çalıştırır.Çocuklar üniversite çağına gelince,onları karşısına alır ve şöyle der,"Elinizi çabuk tutun,gün gelecek bu iş sizin olacak."

Nedense üniversite Ed'in oğulları geri dönmez.Ed'in yanında çalışanları vardır,sendikayla da sorunları (eee gelişmiş ülkenin köyü ne de olsa).Sendika ücret zammı,daha iyi çalışma koşulları diye bastırmakta,işçilerin her defasında yalnızca bir kova taşıması gerektiğinde diretmektedir.

Bill ise,madem ki bu köyde suya ihtiyaç var,demek ki öteki köylerde de olabilir diye düşünmüştür.Yeni bir iş planı geliştirerek düşük maliyetli,süratli ve temiz ve tazyikli su dağıtım sistemini dünya çapında pazarlar.Taşınan suyun her bir kovasından bir kuruş alır,ama her gün milyonlarca dolar nakit akışı sağlar.Dolayısıyla,Bill boru hattı projesini kendi cebine para,köylere de su akıtmak üzere geliştirmiş olur.

Nihayetinde Bill mutlu ve rahat bir yaşam sürerken Ed ömrü boyunca çalışmış,buna rağmen mali sıkıntılarından bir türlü kurtulamamıştır.Son

                   Nakit Akışı Ölçüm Çeyreği
Ç:Çalışan                                            İ :İş/şirket sahibi
S:Serbest Meslek sahibi                   Y:Yatırımcı  


Her birimiz Nakit Akışı Ölçüm Çeyreği'nin dört diliminden en azından birinde yer alırız.Nerede olduğumuzu gelir kaynağımızın neresi olduğu belirler.Çalışanlarla serbest meslek sahipleri çeyreğin sol tarafında,gelirlerini sahibi oldukları şirketler yada yaptıkları yatırımlardan elde edenlerde çeyreğin sağ tarafında yer almaktadır.

Robert T.Kiyosaki'nin kitaplarında yer alan Zengin Baba liseden ayrılan kişiyi,Yoksul Baba ise yüksek öğrenim görmüş kişiyi karakterize etmektedir. Büyüyünce ne olmak istersin? sorusuna iyi eğitim görmüş fakir baba"Okula git,iyi notlar al,sonra kendine sağlam güvenli bir iş bul" derken ya dolgun maaşlı bir "Ç" çalışan yada yüksek ücret alan tıp doktoru,eczacı,avukat,muhasebeci gibi bir "S" serbest meslek sahibi olmamı salık verirdi.Kişinin düzenli maaş almasına,yan gelirleri ve iş güvencesi olmasına büyük önem verirdi.

Öğrenimini yarım bırakmış zengin babaysa bambaşka bir öneride bulunurdu:"Okula git,mezun ol,şirketler kur,başarılı bir yatırımcı ol." İşte kitabında  Kiyosaki, hayatında  "iş güvencesi" yerine yaptığı tercihi olan "mali özgürlüğe" giden yolda zengin babanın öğüdünü izlerken geçirdiği zihinsel,duygusal ve eğitsel süreci anlatmaktadır. 

İş güvencesi kavramını aşıp mali güvenceyi yakalamaya hazır olanlar için  kitaptan yaptığım alıntıdan hareketle mali özgürlüğe gidilecek yolun kolay olmadığını bununla birlikte yolculuğun sonunda hak edilecek ödülün yeterince  tatminkar olacağını, bizleri maddi ve manevi anlamda her bakımdan özgür kılacağını,bizi biz yapan değerleri çevremize de yansıtabileceğimizin de idrakine  vesile olacaktır.

Söz konusu kitap, hayatının şu aşamasına kadar bir arayış içinde olan,kovayla su taşımaktan bıkmış ve ceplerinden çıkacak değil,ceplerine girecek nakit akışını sağlamak üzere boru hattı kurmaya hazır kimseler için olduğunu da vurgulamak isterim.



Yaratıcıya olan isyan ya da şükür


Aşkı,sevgiyi güçlü ve uzun kılan başka bir his var;merhamet!.Sevgi,merhameti barındırır.Kendimizden önce karşımızdakini düşünürüz.Onun üzülmesinden korkarız ve onu incitmemek için çaba harcarız.Yaşadıklarımıza özen gösterir ve ancak o zaman yaşananlar bir ilişki olur.

 

Emek vermekle,özen göstermekle, yaşananları süslemekle olur ilişki.Kısacası özen gösterilen ilişki derin bir bağlanma sağlar.Ne sevgi yeter tek başına ne de aşk.Bunlar sadece ilişkinin başlaması için gereken unsurların bazılarıdır.

 

Kendinizi asla önemsiz hissetmeyin.Çevreniz için değil önce kendiniz için birşeyler yapın.Biz sadece insan olduğumuz için bile çok önemliyiz.Yaratıldığımıza göre,şartlarımız,yaşadıklarımız ne olursa olsun nefes aldığımıza göre,demek ki Yaratıcı hala bizden birşeyler bekliyor.Demek ki hala bu dünyaya verecek birşeylerimiz var.

 

Varlığımızla,başardıklarımızla çok gururlanmamız gerektiği gibi,sahip olduklarımızı kaybettiğimizde ,felaketlerle karşılaştığımızda da isyan etmemeliyiz.Çünkü sahip olduğumuz herşey aslında sadece bu dünyaya ait.

 

Agness Heller’ın sözü “Ahlak,varlığa özen göstermektir.Yani iyi bir ilişkimize ve karşımızdakine özen göstermektir.Özen göstermek çok güzeldir.Varlığımıza,hayatımıza ,ilişkilerimize hayatımızdaki insanlara,sahip olduğumuz herşeye özen göstermeliyiz.

 

 

 

Hayatta neden bu kadar çok acı var? Sorusunun cevabını işin içine Yaratıcıyı katmadan bulamıyoruz.Farkında olmadan en çok serzenişte bulunulan hatta isyan edilen de aslında Yaratıcı.”Bana bu hayatı neden verdin,bunları bana neden reva gördün?”.Babam kalp krizi geçirirken neredeydin?,neden ölümünü engellemedin ya da bunca insan varken neden ben.”Bu soruların muhatabı hep Yaratıcı.İşte buradan yola çıkarak diyebiliriz ki,bir çok psikolojik bozukluğun başlangıcı bu isyan.Terapilerin teorileri tükendi.Artık bilim bazı sorulara cevap veremez oldu.Ve Amerika başta olmak üzere terapilerde daha mistik metodlar kullanmaya başlandı.”Kabullenme ve devam etme.” denilen bir metod geliştirildi.Buradaki kabullenme bizim kültürmüzde rıza göstermek olarak var zaten.

 

Bu insan olmayı kolaylaştıran,insan olmanın yükünü hafifleten ve insanı ,hayatını zorlaştıran,isyandan kurtaran bir yaklaşım.Buraya ulaşmak insanları inanılmaz rahatlatır.İnsanlara,yaşadıklarına ve olaylara yukarıdan bakmayı öğretir.

 

Bu dünyada acısızlık diye bir şey yok.Hayata zirve noktasından bakan peygamberler de çok acılar çekmiş.Yaratıcıya mutlak bağlılık bile acılarımızı sıfırlamaz Hiç kimse bu dünyadan acı çekmeden ayrılamaz.Çünkü Yaratıcı bu dünyayı böyle kurgulamış.Mesele acıları taşıyabilmek ya da taşıyamamak .Acıları taşımaz hale getiren bizim isyanımız.Kabullenmek ,tahammül gücümüzü de arttırır ve acılarımızı,dolayısıyla hayatı katlanılabilir hale getirir.Yaratıcının bize vaad ettiği mutlak huzur,-erişebilirsek eğer-cennette.Bu dünyada katlanmayı öğrenmeliyiz.

 

Kabullenememe hali,çekilen acıyı katlayan bir unsur.Herkesin içinde bir benlik duygusu var.Ve bu onlarda hep övülme,değer görme,önemsenme ihtiyacını doğuruyor.Ve maalesef bu duygularına karşılık bulamadıklarında,yani etraflarından bekledikleri iltifat ve alakayı göremediklerinde  depresyona giriyorlar.Özünde yatan da bu değersizlik hissi.Biyolojik durumlarda bile bu kabullenme becerisi tedaviyi kolaylaştırıyor.Bir nev’i kadere razı olma durumu.

 

Mustafa Ulusoy’un,Türkiye Gazetesi’ndeki Betül Altınbaşak’la olan bir Pazar röportajından yapmış olduğum bu alıntı aslında tevekkül kavramının oldukça hoş bir özeti.Yaratıcı’nın sonsuz merhametinin  yansımalarını bu dünyada bizlere hep bir vesileyle göstermesine verdiğimiz tepkiler tevekkül olgusunu nasıl algıladığımıza bağlı olarak, kendisini yukarıda çok güzel ifade edilen Yaratıcıya olan isyan ya da şükür olarak göstermekte.


Sözün Özü:

Dünya zevkleri,acıdan başka hiç bir şey doğurmaz.
                                                Honore de BALZAC


Öğrenmenin de maliyeti vardır.

Önceden öğrenenler indirimli öğrenirler;

Otoriteden öğrenenler özgürlük bedeliyle öğrenir;

Hayattan öğrenenler gecikme zammıyla öğrenir;

Hayattan da öğrenemeyenler boşa gitmiş hayatlarıyla öğrenirler.

                                                                                              Arthur Miller


11 Ağu 2010

Geçmişten elimizi çekmediğimiz, geçmişi geçmiş olarak kabul etmediğimiz, meydana gelmiş bir şey olarak görmediğimiz sürece, tutsak kalırız

Yürek Sevgisi
Tüm terapilerimde aldığım eğitim ve tecrübelerimin yanı sıra bana eşlik eden en büyük güç, hiç kuşkusuz "sevgi". Hepimizin içinde var olan sonsuz güç yani... Peki, bu güç yaşamlarımızı nasıl dolduracak, yaşamlarımızın içine nasıl akacak?

Yaşam için açıklık gerekir. Bu açıklık her şeyden önce, yüreğin açıklığıdır. Var olana doğru yönelmekte, herhangi bir yargıda bulunmamakta veya ayırt etmemektedir. Bu içsel hareketin peşinden gidildiğinde, derin bir huzur ve denge ile karşılaşılır. Bu huzur ve denge, insanın kendisini, diğerlerini ve bir bütün olarak yaşamı onaylaması tarafından ayakta tutulmaktadır.

Kurslarımda karşılaştığım birçok insan, bu hareketin eşiğinde durmakta ama karşıya geçme cesaretini çoğunlukla sergileyememektedir. Zira o zaman kontrolü bırakmak ve bilinmeyen bir akıma, bilinmeyen ve bu nedenle başlangıçta ürkütücü olan bir açıklığa teslim olmak gerekmektedir.

Ancak yürek açıklığı öylesine boş bir mekanda oluşmamaktadır. Eğer devamlılığı olacaksa, Hellinger tarafından "sevginin düzenleri" olarak isabetli bir şekilde tarif edilen bir temele dayanmalıdır. Sadece kişinin kendi ebeveynlerine, (kişisel ve kolektif) geçmişe yönelik onaylamayı içerdiği zaman gerçektir. Hem iyi ve güzel, hem de fena ve korkunç olana verilen bir onay bu bahsettiğim. Bu nedenle, benim çalışmalarım bu düzenleri kapsıyor VE aşıyor.

Geçmiş - Şimdi - Gelecek
Ben bu bağlamda geçmişe ilgi duymuyorum. Zira geçmiş, olup bitenin ne fazlasını, ne de azını teşkil ediyor. Olup bittiği ve özellikle olduğu şekilde olup bittiği için, bu konuda artık bir değişikliğe gidilemez. Bizim buradaki sorunumuz şu: Biz bunu ?en azından bilinçaltımızda- kabullenmek istemiyoruz. İşte bu, "iplere dolanma" ve bir şeylerin içinde kalma halidir. Geçmişten elimizi çekmediğimiz, geçmişi geçmiş olarak kabul etmediğimiz, meydana gelmiş bir şey olarak görmediğimiz sürece, tutsak kalırız. Ama dikkat! Geçmişi kabul edebilmek için, onu tıpkı meydana geldiği şekliyle onaylamamız gerekiyor... Zira meydana gelen şeyler hakkındaki her çekişme, her kabullenmeme, geçmişten elimizi çekmek istemediğimiz anlamına geliyor. Ancak geçmişi gerçekten "rahat bırakmadığımız" sürece, geçmiş geçmiş olmayacaktır.
Kurslarımda salt bu maksatla ara sıra geçmişe yönelik bir bakışta bulunuyoruz: Nihayet "evet" diyebilmek için. Öyle ki, artık geçmişte kalsın. Sonra buraya ve şimdiye varmış oluyoruz. Asıl odaklandığım konu bu işte: Burada ve şimdi. Ne de olsa tüm yaşamlar şimdi vardır. Dolayısıyla her ne zaman mümkünse, geçmişteki dizimin veya aile diziminin yerine, burada ve şimdi kavramlarına yönelik radikal bir yöneliş getiriyorum. Bunu bazen dizimle, bazen de dizim olmadan yapıyorum.

Gerçekliği Onaylamak
Gerçekliğin onaylanması, yaşamın giriş biletidir. Dünyanın mevcut şeklinin topluca reddedilmesiyse, ölümdür. Çoğu zaman bu iki kutbun arasındaki herhangi bir yerde bulunuruz: Ne tam ölü, ne de tam canlı oluruz.

"Onaylamak" burada "haklı görmek" anlamına gelmiyor. Haklı görmek, bir değerlendirmenin sonucudur; ama onaylama da herhangi bir değerlendirme yoktur. "Onaylamak", bence var olan bir şeyi kendi değer yargılarıma göre yargılamaktan vazgeçmem ve sadece var olduğu için onaylamam anlamına gelmektedir.

Şimdi bir düşünün: Herkes bu dünyayı onaylasaydı, dünya nasıl bir yer olurdu? Savaşlar hâlâ yapılır mıydı? Cinayetler devam eder miydi? Niye etsin ki?..

Kökeninizi onaylasaydınız yaşamınız nasıl geçecekti acaba? Ebeveynlerinizi, çocukluğunuzu, bütün geçmişinizi oldukları gibi kabullenseydiniz? Ebeveynlerinizle çekişme ve kavgalarınız sürer miydi? Kabul edilme ve sevgi mücadeleleri, çoktan geçmişte kalmış yaraların, kaçırılmış fırsatların bıraktığı acılar, kayıplara ilişkin üzüntüler... Hiçbiri olmazdı!

İlişkilerinizi oldukları şekliyle kabul etseydiniz neler değişirdi yaşamınızda? Eski yaralarınızın iyileşmesini beklemeniz ve çoktan karara bağlanmış savaşlarda mücadele etmeniz gerekir miydi? Neden gereksin ki? Zaten çoktan geride kalmadı mı? Neden olduğu şekliyle onaylayıp geçmişte kalmasına izin vermiyorsunuz öyleyse?

Kadınlar erkekleri, erkekler de kadınları onaylasa ve onları oldukları gibi kabul edip saysa, ilişkiler nasıl olurdu peki? Şu gülünç cinsiyet mücadelesi, şu "biz daha iyiyiz" meselesi olmadan hem de... Böylesi çok daha harikulade ve aynı zamanda heyecan verici bir ilişki dünyası olmaz mıydı (heyecan verici olurdu, zira cinsiyet kutupsallığından kurtulmamız mümkün olurdu)?

Kaderinizi olduğu şekliyle onayladığınızı bir düşünün... Tüm stresler buhar olup, korkularınız uçup gitmez miydi? Onaylasanız, kişisel dünyanız huzur dolu ve şimdiki zaman için güçlenmiş olmaz mıydı?

Ve... Herkes yaşamını onaylasa, dünya harikulade bir barış ortamı haline gelmez miydi?

Hemen bir itirazın dillendirildiğini işitiyorum: "Dünyada adalet yok." Ben de size şöyle karşılık veriyorum: Bunu değiştirebileceğinize gerçekten de inanıyor musunuz? Dünyayı adaletli bir yer haline getirmek isteyen herkes başarısız olmadı mı? Sahte bir adaletle hareket edenler en büyük caniler değil miydiler? Böyle olanların hakkı, diğerlerine zulüm olmadı mı? Ayrıca, dünyanın adaletsizliğini sona erdirmek için, içsel bir infiale kapılmaktan başka, gerçekte ne yapıyorsunuz?

Onaylamaya başladığınız anda gerçekten yapabildiklerinizle ve bu hayattaki gerçek vazifenizle karşılaşacaksınız. Yüzleşerek, dünyanın daha iyi olmasına yönelik özgün katkınızı yapmaya başlarsınız.
Bir itiraz daha: "Bunu herkes yapmıyor ki!" Belki de. Ama siz yine de adım atın. O zaman bir kişi fazla oluruz. Bunun zor olduğunu mu söylüyorsunuz? Başlangıçta olabilir. Ama bir kere başlandığında, zamanla kolaylaşacaktır. Bu mümkün!

Sadece mümkün değil, aynı zamanda tamamen doğal. Sadece açık duyularımızla ve açık yüreğimizle var olanın karşısına geçmeliyiz ve onu temaşa etmeliyiz. O zaman gerçeklik insana dokunur ve bu dokunuş bizi değiştirir. Gerçekliği kabullenip sevmeye başlamamızı sağlar.

Benim workshop (veya kurslarımda) ve terapilerimde olan ve sizi davet ettiğim şey bu işte: Gerçekliği, sizin gerçekliğinizi, açık duyularınızla ve açık yüreğinizle temaşa edin. Benim tek yaptığım, size bu esnada eşlik etmek ve sizi desteklemektir.



Dr.Mehmet Zararsızoğlu'nun Makaleleri

9 Ağu 2010

Mehmet Zararsızoğlu ile Aile Dizimi Workshop Çalışması - Çok önemli bir çalışma diye düşünüyorum.

Gerçek olan, başlangıçta hayatımız için değişmez iki şeyin var olmasıdır, değiş-tokuş edilemeyen ebeveynler,
onlara ve ailelerine ait geçmişte kalan kadersel yaşanmışlıklar. Hangi aile içine doğacağımız ve ne zaman
öleceğimiz gibi yaşamın iki temelini yani başlangıcı ve sonunu bizler seçemiyoruz. Bir aileye, daha doğrusu bir
aile matrisinin içine, yaşanmışlıklara doğuyoruz. Aile matrisi, içine doğduğumuz ailede kan bağı ile bağlı
olduğumuz insanlar ve onlara ait yaşamda var olan ilişkiler ve yaşanmışlıkların bütünüdür.

Aile Dizimi yöntemi, sadece fiziksel özelliklerin değil ruhsal sorunların da genetik olarak kuşaktan kuşağa
aktarıldığı ve nesiller öncesinde aile içinde yaşanan travmaların bir anlamda bizlere kader olarak geçmişten
miras kaldığı gerçeğine dayanıyor. Hastalıklar ve yaşamsal başarısızlıklar tesadüfen ya da hastalıksı
kolektif(ortak) bir bilinç olmaksızın meydana gelmezler, tüm bunlar içsel çatışmalarımızın bir göstergesidir.

Hayatın akışından bizi alıkoyan bu çatışmaların nedeni ise, bilinçaltının taşıdığı ruhsal yüklerde yatıyor. Bu
anlayış, yaşamımıza ve bedenimize ait oluşan semptomların öncelikle ruhsal alanda tedavi edilmeleri gerektiği
yönünde hareket eder. Eğer geçmişte Aile matrisi içinde üyelerden birisi dışlanmış, unutulmuş, yok sayılmış, acımağduriyet
yaşamış, haksızlığa uğramışsa, sırlar, tabular varsa bu durum daha sonraki nesillerde gelen biri
tarafından bilinçsizce temsil edilebiliyor. Ayrıca kürtaj, intihar, aile dışına itilme, evlatlık verilme, cinayet vb.
trajik durumlar da sonrasında şuursuzca ve istem dışı yeni gelenler tarafından üstlenilebiliyor. Geçmişte
yaşanan tüm bu travmalar ailenin morfo-sistemik alanında kaydedilip, oluşan kolektif(ortak) vicdan gereği yeni
nesiller tarafından farkında olmadan temsil edilerek hayatın çeşitli alanlarında fiziksel ya da ruhsal sorunlar
yaşanmasına sebep olur. Kolektif vicdan sürekli tekrar eden, aidiyete bağlı, kör bir sevgi ile aile matrisinde yer
alan hiçbir üyenin acı-mağduriyet yaşamasına müsaade etmez. Yaşamda olan hiçbir şey anlamsız ve gerekçesiz
değildir.

Ruhsal gelişim psikoterapisi hizmetindeki “Aile dizimleri” içsel gelişime hizmet eder. İnsanın en büyük
travması,”başka türlü de olabilirdi” imkansızına sarılmasıdır. Dizim çalışmaları bu imkansızlığı tüm açıklığıyla
kişinin gözleri önüne serer, açık yürekle bakılarak, arzu edilen dünyadan gerçek dünyaya gelinir. Bunu yaparken
insanın her türlü yaşanmışlığına, isyana, başkaldırıya, hayır'a, kısacası yaşamın tüm hareketlerine içinde bir yer
verir. Aile dizimleri aynı zamanda içinde, geleceğin geçmişe tevazu dolu üstünlüğünü barındırmalı yani an'a,
geleceğe kısaca yaşama bir yatırım olarak algılanmalıdır.

Aile Dizimi bireysel seans veya grup terapisi olarak uygulanan, sorunu ele alınan bireyin güncel ya da köken
ailesinin temsili olarak dizilmesine (görüntülenmesine) dayalı bir psikoterapi yöntemidir. Ailenin, kişinin içsel
gözündeki var oluşunu birebir etkileyen görünmeyen resmi ortaya konulur. Danışanın bu resme yürek açıklığı ile
bakması sağlanarak çeşitli kilitlenmeler, blokajlar içeren bu resmin terapist tarafından adım adım değiştirilmesi
ile herkes için aydınlatıcı ve özgürleştirici olan “an’a kendi yaşamına geçişi sağlanır.
Tüm dünyada yankı uyandıran bu yaklaşım, içinde bulunduğumuz sistemdeki en derin dinamiklere
erişebileceğimiz bir süreçtir. Bu dinamiklere eğilmenin ardındaki amaç, hastalıklar, depresyon, endişe, korku,
mutsuzluk, bağımlılıklar ve yalnızlık gibi yıkıcı yaşam unsurlarında kişileri tuzağa düşürmüş olan, gizli kalmış
sadakatleri ve bilinçaltındaki kimlikleri daha iyi anlamak ve açığa çıkarmaktır.
Türkiye’yi Aile Dizimi metoduyla tanıştıran Psikoterapist Dr. Mehmet Zararsızoğlu : “22 yıllık psikoterapi
tecrübemde, akla gelebilecek her tür sorunda, her defasında dönüp dolaşıp "bilincin bir problemini" görüyorum;
asla varoluşun değil. Var oluş özünde çok yalın, sade. Kim ki ona kendini bütünüyle bırakabilmişse, çok yalın ve
akan bir yaşam sürebiliyor. Kişi ile varoluşun arasına giren ve problemleri yaratanın hep bilinç olduğunu
görüyorum. Bilinçte oluşan ve orada varlığını sürdüren bu problem, hastalık veya sağlık, fakirlik veya zenginlik
yaşam ya da ölüm olarak karşımıza çıkıyor.”



Eğitim takvimi;
http://www.tsde.org/index.php?id=9200000&eid=11

alternatif olarak;

7 Ağu 2010

Ancak evcilleştirdiğin şeyleri tanıyabilirsin, dedi tilki.............

---------------------------------

-Kimsin sen? Dedi Küçük Prens.Pek de güzelmişsin.

-Ben tilkiyim.

-Gel benimle, oynayalım,öyle canım sıkılıyor ki…..

-Seninle oynayamam.Evcil değilim.

-Ya! Özür dilerim,dedi Küçük Prens.

İyice düşündükten sonra ekledi:

-“Evcil” ne demek?

-Anlaşılan buralı değilsin,dedi tilki, ne arıyorsun burada?

-İnsanları arıyorum,dedi Küçük Prens.”Evcil” ne demek?

-İnsanların, dedi tilki,tüfekleri vardır.Avlanırlar.Hayvanlar için çok sıkıcı bir şey! Tavuk da yetiştirirler Başka şeyle de ilgilenmezler.Sen tavuk mu arıyorsun?

-Hayır,dedi Küçük Prens.Ben dost arıyorum.”Evcil ne demek?”

-Bu insanların aldırmadığı bir şey.”İnsanlarla bağlar kurmak……”demektir evcilleşmek.

-Bağlar kurmak mı?

-Elbette,dedi tilki.Sen benim için tıpkı yüz binlerce küçük oğlan çocuğu gibi bir küçük oğlan çocuğusun şimdi.Ve benim sana gereksinimim yok.Senin de bana.Ben de senin için tıpkı yüz binlerce tilki gibi bir tilkiyim.Beni evcilleştirirsen birbirimize gereksinimimiz olur.Sen benim için dünyada tek olursun.Ben de senin için dünyada tek olurum…..

 

-Anlamaya başlıyorum,dedi K.Prens.Bir çiçek var ki….Sanıyorum o beni evcilleştirdi….

-Olabilir, dedi tilki.Dünyada o kadar çok şey oluyor ki……

-Yok canım! Dünyada olmadı bu iş,dedi K.Prens.

 

Tilki adamakıllı kafası karışmış gibi göründü:

-Başka bir gezegende mi?

-Evet

-Peki avcılar var mı bu gezegende?

-Hayır

-Bak, bu ilginç! Peki ya tavuklar?

-Hayır

-Hiçbir şey tam istenildiği gibi değil, diyerek iç çekti tilki.

 

Ne var ki tilki konusuna döndü:

-Benim yaşamım çok monoton. Tavukları avlarım,insanlarda beni avlarlar.Tüm tavuklar birbirlerine benzerler,insanlarda öyle.Bu da biraz canımı sıkmıyor değil.Ama beni evcilleştirirsen yaşamım güneş gibi parlayacak,sevince,mutluluğa boğulacak. O zaman tanıdığım tüm ayak seslerinden farklı bir ayak sesi beni yerin altına kaçırtır.Senin ayak sesin beni inimden dışarıya çağıracaktır.Hem sonra baksana!Orada, buğday tarlalarını görüyor musun? Buğdayın bana bir yararı yoktur.Buğday tarlaları bana bir şey anımsatmıyor.Bu da ne kadar üzücü!Ama  senin saçların altın renginde.Beni evcilleştirirsen,bu ne harika bir şey olur!Altın rengindeki başaklar seni bana anımsatır.Ve başaklarda rüzgarın sesini duymak hoşuma gider…….

 

 

Tilki susup uzun uzun K.Prens’i süzdü:

-Lütfen dedi,evcilleştir beni!

-Seve seve yapardım bu işi,dedi K.Prens,ne yazık ki çok vaktim yok Dostlar bulmam,çok şey tanımam gerekiyor.

-Ancak evcilleştirdiğin şeyleri tanıyabilirsin, dedi tilki. İnsanlar artık hiçbir şeyi tanımaya vakit ayırmıyorlar.Hazır şeyleri satın alıyorlar tacirlerden.Dost satan tacir olmadığı için,insanların da

dostu olmuyor hiç.Sen dost olmak  istiyorsan,evcilleştir beni!

-Ne yapmalıyım? Diye sordu K.Prens.

-Çok sabırlı olmalısın,diye yanıt verdi tilki.Önce benden biraz uzakta,şöyle,otların üstüne oturacaksın.Ben sana göz ucuyla bakacağım,sen hiç ağzını açmayacaksın.Çünkü dil yanlış anlamaların asıl nedenidir.Ama her gün bana biraz daha yakın bir yere oturacaksın…

 

Ertesi gün K.Prens yine geldi.

-Aynı saatte gelseydin daha iyi olurdu,dedi tilki.Sözgelimi,öğleden sonra saat dörtte geleceksen,ben saat üçte mutlu olmaya başlarım.Vakit ilerledikçe,ben de kendimi o ölçüde mutlu hissederim.Saat dört oldu mu da kıpırdanmaya,kaygılanmaya başlarım şimdiden;mutluluğun değerini anlamışımdır! Oysa sen herhangi bir saatte gelirsen,yüreğimi gelişin için hazırlayamam ..

 

 

Uzun sözün kısası,K.Prens tilkiyi evcilleştirdi.Ayrılık saati yaklaştığında:

-Ah! Dedi tilki …Ağlayacağım.

-Kabahat sende,dedi K.Prens,sana hiç kötülük etmek ister miydim?,seni evcilleştirmemi kendin istedin….

-Doğru ,dedi tilki.

-Öyleyse bundan hiçbir kazancın olmadı!

-Oldu,oldu dedi tilki,başakların rengi yüzünden…..

 Sonra ekledi:

 

-Gidip gülleri yeniden gör.Kendi gülünün dünyada tek olduğunu anlayacaksın.Sonra geri gelip bana veda edersin;o sırada sana armağan olarak bir sır vereceğim.

Küçük Prens gülleri yeniden görmeye gitti.

-Siz benim gülüme hiç benzemiyorsunuz,bir şeye de yaramazsınız bu halinizle.Kimse sizi evcilleştirememiş,siz de kimseyi evcilleştirmemişsiniz.Vaktiyle tilkim ne idiyse,siz de şimdi öylesiniz.Yüz binlerce tilkiden biriydi.Onu dost edindim,şimdi dünyada yok eşi menendi.

 

Güller tedirgin olmuşlardı.

-Güzelsiniz,ama bir şeye yaramazsınız,dedi onlara ayrıca.İnsan sizin için canını veremez.Elbette yoldan geçen birisi benim gülümün size benzediğini sanabilir.O tek başına hepinizden önemli.Çünkü suladığım o.Çünkü fanusun içine koyduğum o.Çünkü rüzgardan koruduğum o.Çünkü sızlandığı ya da böbürlendiği ya da hatta kimi zaman sustuğu sırada kulak kesildiğim o.Çünkü gülüm o.

 

Sonra tilkinin yanına döndü:

-Hoşça kal,dedi.

-Hoşça kal,dedi tilki.Bak,işte sırrım;çok da basit :İnsan ancak yüreğiyle bakarsa bir şeyi iyi görür,iyi anlar.Gözler bir şeyin özünü göremez ne kadar güzel de olsa..

 

-Gözler bir şeyin özünü göremez ne kadar güzel de olsa,diye yineledi.K.Prens unutmamak için.

 

-Senin gülünü bu denli önemli kılan ,onun için harcamış olduğun zamandır.

-Gülüm için harcamış olduğum zamandır…dedi K.Prens unutmamak için.

 

-İnsanlar bu gerçeği unuttular,dedi tilki.Ama sen unutmamalısın.Evcilleştirdiğin şeyden her zaman sorumlu oluyorsun.Gülünden sorumlusun…..

 

Gülümden sorumluyum….diye yineledi K.Prens unutmamak için.     

 

Kaynak: Küçük Prens,Mavibulut Yayıncılık,sf: 69-74

 



GERÇEK TIP - Yitik Şifanın İzinde - Ezberbozan,bütünsel sağlık uygulamaları,kitabı sipariş edebilir,siteyi analiz edebilirsiniz.



http://www.gercektip.com/

6 Ağu 2010

Çalışanını mutlu eden, hep kazanır (Çarpıcı bir hikaye,esin verici,öğretici...........)


Walton’un 10 ilkesi
Çalışanını mutlu eden, hep kazanır


Wal-Mart, 408 milyar 214 milyon dolar ciroyla geçen yıl da dünyanın en büyük şirketi olma özelliğini sürdürdü. Bu cirodan 23.95 milyar dolar vergi öncesi ve 14.33 milyar dolar vergi sonrası kâr elde etmiş olan şirketin eleman sayısı 2 milyon 100 bin. İnanılmaz bir başarı öyküsü. Bu başarının arkasında Sam Walton’un öncülüğünü yaptığı ve kendi sözleriyle anlattığı şu ilkeler yatıyor:
1. Kendinizi işinize adayın: “Kendi noksanlıklarımın çoğunu işime âşık olmak suretiyle aştım. Sabahları işe şevkle giden birinin yapacağı işin neticesi her zaman çok daha başarılı olur.”
2. Şirket kârını tüm çalışanlarınızla bir şekilde paylaşın: “Tüm çalışanlarınızın şirketin hissesine sahip olmalarına gayret edin... Ödül olarak hisse senedi vermeyi öncelikli düşünün.”
3. Şirket bilgilerini çalışanlarınızla paylaşın: “Ne kadar çok bilirlerse o kadar iyi anlarlar. Ne kadar iyi anlarlarsa o kadar özen gösterirler. O zaman da onları kimse durduramaz.”
4. Şirketinizdeki her çalışanı dinleyin, onların önerilerine kulak verin: “Müşteriye en yakın olanlar, mağaza platformunda çalışanlardır. En iyi müşteri bilgisi onlardadır.”

ÇALIŞANA “BRAVO” DEMEK BEDAVA!
5. Çalışanlarınızın başarılarını mutlaka takdir edin: “Maddi tatmin elbette önemlidir, ama insanlara başarıları karşısında söyleyeceğiniz birkaç övücü söz paradan çok daha kıymetlidir. Üstelik bedavadır.”
6. Müşteri ihtiyaçlarındaki değişimleri yakından izleyin: “Oturduğunuz yerden şirket yönetmek çok tehlikelidir. Mağazalarınızı gezin, müşterileriniz hakkında en fazla bilgiyi edinin, müşteri bilgisi yoğunluklu bir kurum haline gelin.”
7. Müşterilerinizin beklentilerinin sürekli olarak ilerisine geçin: “Eğer böyle yaparsanız bıkmadan usanmadan size geleceklerdir. Ne istiyorlarsa onlara verin. Hatta biraz daha fazlasını verin.”
8. Maliyetlerinizi tüm rekabetten daha iyi kontrol edin: “Bu sizin en önemli rekabet üstünlüğünüz olabilir. Biz 20 yıl arka arkaya ‘maliyet/satış’ oranının düşüklüğü konusunda ülke birincisi olduk.”
9. Tutumlu olun: “Şirketinizin içine tutum kültürünü mutlaka yerleştirin.”
10. Akıntının tersi yönde yüzün: “Herkes Mersin’e gidiyorsa siz tersine gidebilmeyi düşünün. Geleneksel bakış açılarını boş verin. Sıra dışı düşünün, sıra dışı davranın.”

“Başarı, sıra dışı düşünenlerin ve insanlara insan gibi davranmayı bilenlerin hakkıdır”

Gerçekten de kayınpederinden borç aldığı 20 bin dolarla sıfırdan bir iş kurup insanlık tarihinin en büyük şirketi unvanına ulaşmak sıradan bir şey değil.

yazının devamı ........


AYAK UYDURAMAZSANIZ YAYA KALIRSINIZ!


FARKLI MÜŞTERİLER ARAYIN
Sizin artık piyasa-merkezli, pazar-merkezli olmanız gerekiyor. Fırsat alanlarını sadece mevcut müşteriler nezdinde farklılaşmada değil, tüm pazarda aramanız lazım.

MÜŞTERİLER NE KADAR DOĞRU SÖYLER?

Mevcut müşterileri dinlemek çok gereklidir ama bugünün doğru liderliği, mevcut müşterilerin ötesindeki pazar fırsatlarını sürekli olarak kollamayı gerektirir. Müşteri-merkezlilik artık kârlı büyüme stratejileri geliştirmek için yeterli değil, çünkü:
> MÜŞTERİLER çoğu kez neye ihtiyaçları olduğunu tam olarak bilmezler. Ayrıca eğer biliyor olsalar, bunu sadece size değil rakip şirkete de söyleyeceklerdir. Müşteriler size ancak “kendilerince neyin mümkün olabileceği” bilgisiyle ihtiyaçlarını anlatabilirler.
> Yalnızca mevcut müşterileri hedefleyen bir bakış açısı, en geniş anlamda piyasada oluşan fırsat ve tehditleri görmeyi engeller. Bakın bugün dünyada çok ciddi oluşumlar var. Bunların başında yeni teknoloji sektörlerinin gelişmesi, mevcut sektörlerin radikal teknolojik gelişmeler ve aynı zamanda da hükümet politikalarındaki zorunlu değişim gereklilikleri nedeniyle kökten dönüşüme uğrama olasılıkları geliyor. Onun için bakış açınızın müşteri-merkezlilikten dışarı çıkıp daha geniş olması, yani pazar-merkezli olması gereklidir.

AYAK UYDURAMAZSANIZ YAYA KALIRSINIZ!


devamı....


2 Ağu 2010

Çorbanın Tuzu - Okulu bırakarak lider olunabilir mi?



Günümüzde girişimci liderlere her zamankinden daha fazla ihtiyaç var.

Herkesten lider olunmasını beklemek değil elbette ifade etmek istediğim.

Ülkemizde karanlığa sövmenin oldukça kolay olduğu ve  yönetiminde ve dolayısıyla bizlerin yönetilmesinde önemli bir kurum olan siyasetin açmazında da; fikirlerin müzakeresinin yapılmasının zorluğu (reyting alamaması:)) yanında sloganvari  karalamaların yoğunluğu çorbadaki kıvamı belirlediği ülkemizde fikirlerin daha önemsendiği ve  kişilerin önüne geçtiği yönetici-lider profillerinin siyasette her geçen gün artması temennilerimle............

Aşağıdaki yazı liderliğe giden yolda işaret levhalarına dönük ufuk açıcı ve fikir veren bir yaklaşım olduğunu düşündüğümden paylaşmak istedim.

Levent Kafadar


Okulu bırakanlar mı lider oluyor?

“Okulu bırakarak lider olacağını sananlarla, okulda birinci olarak lider olacağını sananlar son derece yanılıyorlar. Liderliğin sırrı, okulda değil, bambaşka bir şeyde…”


Okul birincisi olmak, Harvard’da okumak mı insanı birinci yapar; yoksa okulu bırakmak mı? Bill Gates Harvard Üniversitesi’ni, Steve Jobs Reed Üniversitesi’ni bıraktı.  İnternet’te de bu şekilde dolaşan görüntüler ve makaleler vardır. “Okulu bırakmasam bu muhteşem şirketi kuramazdım. Bu muhteşem başarıları elde edemezdim.” Buna karşılık binlerce anne-baba çocuklarını Türkiye’de ve dünyada en iyi okullara sokmak için yarışıyor. Üniversite sınavları, ortalama tutturma gayretleri, özel dersler ve dershaneler hepsi akademik başarı için… Komşum Mehmet Tetik, “Ben bir okusaydım, dünyanın altını üstünü getirirdim” diyor. Hangisi doğru? Okuyanlar mı, okumayanlar mı dünyanın altını üstüne getiriyor?

Bu soruya aklı başında ve siyah beyaz olmayan mantıklı bir cevap gerekiyor. Öncelikle liderlikle ilgili önceden bir tanım getireyim: “Yöneticiler sürdürür; liderler değiştirir.” Bir tane de Peter Drucker’dan bir tanım getireyim: “Yöneticiler işleri doğru yapar. Liderler doğru işleri yapar.” Bu iki tanım, sorumuza cevap bulmamıza yardım eder. “Liderler değiştirir” sözü doğruysa, lider mevcut düzeni bozan kişidir. Mevcut düzeni bozmak ise, itiraz etmeyi, karşı koymayı gerektirir. Okul sistemi, düzenin ta kendisidir. Dolayısıyla okulu bırakmak bazen şaşırtıcı bir şekilde düzene ciddi bir şekilde karşı koymaktır. Ne var ki, okulu bırakmış milyonlarca insan olmasına rağmen bu insanların hayatlarında ciddi bir başarı yoktur. Okulu bırakanlardan çok azı, milyonda bir ihtimalle dünya çapında başarı elde ediyor. Peki okulu bırakıp başarılı olanlar nasıl başarılı oluyor? Bill Gates ya da Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg, Harvard’i bile yetersiz bularak, kendi projelerine inanarak ayrılıyorlar; çok çalışkanlar; çok iyi birer iletişimciler, ellerinde çok iyi projeleri var ve bu projeleri hayata geçirmek için çok çalışıyorlar.

Akademiler ne yapar sorusunun cevabı, akademiler kapitalist sisteme maaşlı eleman yetiştirir. Dünyadaki hemen her üniversitenin yaptığı budur. Fabrikalara mühendis, şirketlere yönetici, hastanelere doktor, okullara öğretmen ve uzmanlaşmış alanlara eleman yetiştirir. Bir fabrika ya da şirkette yönetici bile olsanız, bu pozisyonlar gerçek anlamda bir liderlik pozisyonu değildir. Birçoğuna kabul etmek zor da gelse, herhangi bir şirkette yönetici olan kişi lider olmaktan çok uzaktır. İşine son verildiği anlamda sanal liderliği sona erer.

Peki üniversite okuyarak, master ya da doktora yaparak lider olmak mümkün değil mi? Mümkün elbette. Akademik dereceleri olan liderlerin sayısı, okuldan atılarak lider olanlardan daha fazla olabilir. Ancak akademiden sonra bir yol ayrımı var. Akademiden sonra profesyonel çalışılsa bile bir süre sonra insanın kendi işini kurması gerekiyor. Orhan Holding’in kurucusu İbrahim Orhan, mühendislik kariyerinden sonra bugün dünyanın dev işletmelerinden birini kurmuştur. Kendi işini kurmak, basit anlamda bir girişimcilik değildir. Restoran, bakkal, konfeksiyon mağazası açmaktan öteye, ismi cismi olan bir projeye sahip olmaktır. Yılmaz Erdoğan ve Mustafa Erdoğan bu anlamda projeleri olan girişimcilerdir. Yılmaz Erdoğan’ı toplum sayısız ve sürekli yenilenen projeleriyle tanıyor. Mustafa Erdoğan ise Anadolu Ateşi isimli projesiyle performans sanatlarında bir lidere dönüştü.

Kısaca özetlemek gerekirse, liderliğe doğru giden dört yol var. İlk ikisi bir yere ulaşmıyor. Birincisi okulu bırakmak, proje ve yetenekler olmadan yaşamaya devam etmek. İkincisi okula gitmek; derece yaparak ya da ortalama bir dereceyle mezun olup maaşlı bir çalışan olmak. Liderliğe ulaşan üçüncü ve dördüncü yol da şöyle: Okulu, proje dolayısıyla bırakmak ve sahip olunan yeteneklerle projeyi gerçekleştirerek lider olmak. Dördüncüsüyse, okula gitmek, akademik başarı elde etmek ve bir süre sonra sıra dışı yeteneklerle bir projeyi gerçekleştirerek lidere dönüşmek.

 Melih Arat

 

 

 

__._,_.___



__,_._,___




GDO lu ürünler ve bütünsel sağlımıza dönük okunmaya değer iki bilimsel kitap



 Gdo: Çağdaş Esaret  -- Prof.Dr.Kenan Demirkol

 Deccal Tabakta---Kemal Özer