29 May 2010

O yüzden denildi ki; hiç kimseye, onu kendine nankörleştirecek kadar bedel ödeme.




Diğer insanlardan farklıydı o. Öyle yetiştirilmişti; Özel bir insan olarak… Eskiler ona güneşin oğlu dedi. Sonra adı tanrı kral oldu. Adı Firavun oldu, Nemrut oldu, başka isimleri oldu. Her şeyi özel oldu… Yaşamı ibretlik oldu. Cennetten bir bahçesi, özel kulesi, özel tahtı ve özel hizmetkarları vardı.

Sonraki çağlarda teknoloji ilerledikçe bunlardan bazılarının ismi değişti. İkiz kuleleri oldu, sömürdüğü toprakları oldu. Özel telefonu, özel oyuncakları, özel arabası, özel hocaları ve özel okulları olmaya başladı. Değişen tek şey isimlerdi, arzuları aynı kaldı. Büyük, küçük her yeni firavun adayının vazgeçemediği tek şey bedel alma arzusuydu.

Herkes ve her şey onlar için yaratılmıştı. Babil’in sahte cennetinde, çölün ortasında, çölün doğasına aykırı yaşayanlardandı onlar. Herkes kuraklık ve kıtlık içindeyken onlar kendilerine sahte ırmaklar inşa ediyorlardı. Başkalarının topraklarından karşılıksız alıp kendilerine harcayabiliyorlardı. Güneşin çocukları, tanrı kraldı onlar.

O yoklukta diğerleri onları doyurabilmek için çalışmalıydı.

Nasıl bir tanrıydı bunlar ki,
Herkese muhtaç ve hiç kimse onlara muhtaç değildi?

Nasıl bir tanrıydı onlar ki,
Her şeye ihtiyaçları olup, kimsenin yaşamak için onlara ihtiyacı yoktu?

Oysa Yaratıcı,kimseye ihtiyacı olmayan, herkesin O’na ihtiyaç duyduğudur.
Ve onlar gün geçtikçe somutlaşmaya devam ettiler. İmkanları arttıkça hayattan daha fazlasını istediler. Herkes onlara aşık olmalı, herkes onlara kıyak geçmeliydi. Gittikleri yerde hiçbir şey yapmasalar da saygı duyulmalı, beğenilmeli, hürmet görmeliydiler. Tabi ki o bölgedeki insanlar petrol için öldürülebilirdi. Tabi ki herkes beni dinlemeliydi.

Tabi ki ailem beni yurt dışına göndermeliydi. Eşim o pırlanta yüzüğü almalıydı. Tabi ki tecrübem olmadığı halde babam beni işe en tepeden başlatabilirdi. 

Hocam nasıl olur da girmediğim dersten beni geçirmezdi?

Nasıl olur da iş arkadaşım bana verdiği borcu geri isterdi? Nasıl olur da arkadaşlarım doğum günümde sürpriz yapmazdı? Ne demekti beni aramamak?

Babil’in tüm halkı onlara hizmet etmek için çalışmalıydı. Aksi mümkün müydü hiç? Onlar tanrı krallardı! Ve Babil halkı somutlaştıkça soyut olanı algılayamadı. Çok güçlü gibi görünenin ne kadar aciz olduğunu fark edemedi. Ve insanlar kendisini tanrı zanneden bu zalimin zararından kaçmak ya da faydasından yararlanmak için ona tapmaya başladı. Aralarından sadece bazıları gerçeği görebilecek boyuttaydı. O zalimin adı Firavun oldu, Nemrut oldu, sonra başka isimleri oldu. Ve her geçen gün açlığı giderek arttı. Yedikçe acıktı, yedikçe içindeki boşluk büyüdü. Ve o boşluğu doyurmak için daha fazla yedi. Ve daha fazla boşluk hissetti ve o boşluğu doyurmak için daha fazla yedi. Ve o boşluk daha da büyüdü ve o boşluğu doyurmak için daha fazla yedi… Tanrı kralların imkanları arttıkça, uykuları azalmaya başladı. Dış güvenlikleri arttıkça, iç güvenlikleri azalmaya başladı.

Nasıl bir tanrıydı bunlar ki,
Rahatlıkları kaygılarını artırıyordu?
Babil’in duvarları tez yükseltildi, önlemler alındı. En ufak bir söylenti tanrı kralı kaygılandırmaya yetiyordu. Gördüğü rüyalar bile keyfini kaçırmaya yetiyordu. Herkesin onun tahtında gözü vardı.

Nasıl bir tanrıydı bu ki,
Sahip olduklarını korumaktan acizdi?
O Firavun o kadar rahatlık içinde olmasına rağmen gelecek kaygısı büyüktü.

Sonraki çağlarda başka insanlar da aynı problemden yakınacaklardı. Dünyanın en güçlü ülkesinin insanları olmamıza rağmen en ufak bir seste sığınaklara kaçacaktık.

Bir zamanlar bağımsızlığımızı kazanmak için cesurca savaşırken, sonraları bağımlılıklarımızı kaybetmekten kaygılanacaktık. Çok güvenlikli sitede oturmamıza rağmen kapımızda altı kilit, evimizde alarm sistemi olmadan uyuyamayacaktık. BMW’mizi sokağa park ettiğimiz için uykumuz kaçacaktı. Özel okullara gidecek, özel hocalardan ders alacak ama iş görüşmesine giderken kaygılanacaktık.

Evimizin kirası ödenecek, cebimize harçlık konulacak, telefon paramız ödenecek ama ailenin huzursuz çocuğu olacaktık. Eşimiz bize iş yeri açacak, hediyeler alacak bir dediğimizi iki etmeyecek ama biz hep huzursuz olacaktık. Ve uzmanlar bunun tedavisi için haplar tavsiye edecek, yatıştırıcılar önereceklerdi.

Ve biz neden bu kadar rahatlık içinde bu kadar huzursuz olduğumuzu anlayamayacaktık. Neden herkes bizi memnun etmeye çalıştıkça içimizdeki mutsuzluğun arttığını anlayamayacaktık.

Güçlü gibi gözüküp aciz, kendine güvenli gibi gözüküp kaygılı olacaktık.  Bulunduğumuz yerde rahat edemeyecek, sürekli yer değiştirmek isteyecektik.  En çok da bizi memnun etmeye çalışanlar bizi anlayamayacaktı. Onlar bize daha çok bedel ödedikçe biz de onlara bir o kadar kırıcı davranacaktık. Panik ataklar geçirecek ve kontrol edememekten kaygılanacaktık.

Ve hatırlayamayacaktık; Dış dünyamızda kaygı verici olaylar azaldıkça, iç dünyamızdaki kaygıların arttığını... Dış dünyamızdaki uğraşlar azaldıkça, iç dünyamızdaki sıkıntıların arttığını fark edemeyecektik.

Her problemimizde dışarıdan destek aldıkça kendi başımıza problem çözemez hale geldiğimizi unutacaktık. Dışarıdan her güvenliğimiz artırıldığında içimizdeki güvenin zayıfladığını göremeyecektik. Bize destek vereni, sevdiğimizden değil, kaybedersek ne yapacağımızı bilemediğimizden, ona bağımlı hale gelecektik.

O kadar bedel almamıza rağmen, o kadar doyurulmamıza rağmen, bedel aldığımıza nankörleşip, zalimleşecektik.

O yüzden denildi ki; hiç kimseye, onu kendine nankörleştirecek kadar bedel ödeme. Ve kimseden de seni nankörleştirecek kadar bedel alma. Her zaman bedel ödeyen tarafta ol ama kimseyi rahatlık tuzağına düşürme.

Her zaman birilerinin sorumluluğunu al ama onların probleminin tamamını sen çözme. Her zaman veren el ol ama karşındakinin istediği kadar değil, senin verebildiğin kadarını ver.

İsteyene her zaman ver ama geri alamadığında seni üzmeyecek kadar ver. Çocuğuna bedel öde ama onu firavunlaştırmayacak kadar öde.

Arkadaşına borç ver ama onu zalimleştirmeyecek kadar ver. Ve kimsenin seni firavunlaştırmasına izin verme.

Ve biz göremeyecektik; bedel alan tarafta oldukça sadece kurnazlık etmiş olduğumuzu...

Ve uzun vadede zararlı çıkanın biz olacağını fark edemeyecektik. Anlık çıkarımız uğruna sürekli faydayı kaybettiğimizi anlayamayacaktık.

O yüzden denildi ki, her insanın yaşamında mücadele edeceği bir şeyler olabilmeliydi... Sadece geçinmek için değil, iç huzurunu koruyabilmek için insan çalışabilmeliydi. Çünkü insan hayata değil, başkalarına değil, özüne güvendikçe özgüvenli olabilecekti. Hayattan değil, kendisinden beklentisi oldukça mutlu olabilecekti.

Her istediğimizin kendimizden kaynaklı gerçekleştiğini düşündüğümüz zaman, hikmeti kendimizde gördüğümüz an olurdu. İçimizdeki firavun yanımızın azdığı zaman olurdu. Tabi ki herkesi etkileyen güzellik benim olurdu.

Tabi ki herkesin beni dinlemesini sağlayan benim karizmamdı. Tabi ki bu başarılar benim üstün zekam sayesinde olmuştu. Ve benim hiç kimseye tabi ki ihtiyacım yoktu.

İşte o an, kimseye ihtiyacımız olmadığını ve kendimize yettiğimizi zannederdik. Ve işte o zaman herkese ihtiyaç duyacağımız bir dönem yakın olurdu. İşte o zaman gerçekte hikmetin kimde olduğunu göreceğimiz zaman bize yakın olurdu.

O yüzden denildi ki; olumlu bir süreçte hikmeti kendinden bilenlerden olma... Ben artık her şeyi öğrendim dediğimiz an, tekrar öğrenmeye ihtiyaç duyacağımız zaman yakın olurdu.

Ve insan her zaman ihtiyaç duyan taraftaydı. 1 birim bile olsa ihtiyacı vardı. Uyumaya, yemeğe, havaya muhtaçtı… Bir gaz dahi çıkartamadığında insanın o çok acayip karizması bir anda sarsılırdı.

O yüzden sen her zaman bir şeyleri kazanmadan önce hayattan beklentisini düşürenlerden ol… Kendi yapıp edebileceklerinden beklentini yükselt.

Ve bir şeyleri kazandıktan sonra da hikmeti kendinde görme. Görme ki zalimlerden olmayasın… Görme ki, bir üst seviyeye geçtiğinde hala çözüm üretebilen tarafta olasın.


Dönüşüm Konağı
Kamer Gündüz






Hakimiyet Kurmak Son Buluyor Bedende....

Hakimiyet önemli. Bir çok kez bir çok şeye hakimiyet kurmak, hakim olmak isteriz. Ama tehlikelidir hakimiyet.
Neye hakim olmak istiyorsak hakim olmaya çalışmadan önce düşünmeliyiz bir çok kez. Çünkü bazen bir şeylere hakim olmayı istemek, kendine hakim olmayı engeller. Ve her hakim olduğundan sorumludur insan. Ne yazık ki hakim oldukça istediklerine insan,sorumluluklarını unutuyor genelde.
Örneğin hakim olduğun bir bilgiden mesulsündür onu uygulamalısın eğer gerçek ve doğru bir bilgi ise. Veya faydalı bir şey ise aktarmalısın, paylaşmalısın. Seni gerçeğe götürmeli hakim olduğun şeyler, başkaları ile birlikte.
 
O da hakimdi gözüyle gördüğü her şeye. Herkes onun istekleri için çalışıyordu. Ama o kimsenin isteği ile ilgilenmiyordu. Onun hakimiyeti ne kendine ne de başkalarına fayda sağlıyordu. Tam aksine tam bir eziyetti hakimiyeti.
Hakimiyetinin sonsuza dek sürmesini istiyordu. 
Tanrı görürken kendini, tanrı olmadığı bilgisine de hakimdi. Ama insanoğlu işte bitmesini istemiyordu.


Ve bir gün iki denizin arasında kaldığında, dalgalar onun üstüne çullanmak üzereyken o anda hakim olduğunu tek şeyi; bedenini, doğru yere hakim kıldı. Ama firavun için her şey çok önceden bitmişti zaten. Hakim olduklarını aşırı hakimiyet isteğinden dolayı yitirmişti.


Hakimiyet kurmak son buluyor bedende
Yapacak bir şey kalmadığı zaman
Oysa ki hakimdi gözü ile gördüğü her şeye
Gerçek hakim olan ile karşılaşıncaya kadar…


Yolun sonuna gelmeden, geleceğin yeri tahmin ederek, hakim olduğun her şeyi gerçeğe yönlendirirsen eğer; yolun sonu başlangıcın olur belki de.


İnsanlar yanlış şeylere hakim olmak istiyor. Aslında gerçeğe hakim olmak için tek şeye hakim olabilmek yetiyor. İnsan, egosuna hakim olduğunda yani isteklerine hakim olduğunda hiçbir şey insana hakim olamıyor. O hakkın hakimiyetine girdiğinde ve orada hüküm sürmeye başladığında ise sonu başlangıcı oluyor ve aslında insan için son diye bir şey de olmuyor.


Bırakın başkalarının üzerinde hakimiyet kurmayı, bırakın paraya hakim olamayın, bırakın sevgilinize hakim olmaya çalışmayın, çocuğunuza, annenize, babanıza hakim olmaya çalışmayın. Sonun başlangıç olması için doğru yere yönelin. Yönünüze hakim olun. Sözünüze hakim olun. Davranışınıza, zihninize, kendinize hakim olun. Kısacası egonuza hakim olun. Siz hakim oldukça olması gereken yere, mutluluk, huzur hakim olacak hayatınıza. Hem burada hem orada…


Dönüşüm Konağı
Erdem Özbay



27 May 2010

tekrar iyidir 180 kere bile de olsa!



 
 
Oğul;

“İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, gün batarken ölürler. Unutma ki dünya sandığın kadar büyük değildir. Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür. Hırsımız, bencilliğimiz…”

Dünya bir garip han,
bir hoyrat mekan,
İnsan bir garip varlık kabına sığmayan…
Hayat bir yudum su, bir anlık rüya…
Ömür bir kısa yol tekrarı olmayan…

Bu yolda nazarımızı sonsuzluğa dikip; büyük yürümek ve büyük ölmek gerek. Bu yolda hırs, diken; benlik ve kibir, engeldir oğul. Sakın ha kendine takılmayasın ve kendinde boğulmayasın. Teklik sadece Allah’a mahsustur, tek başına karara durup hoyrat dünyanın dayanılmaz ağırlığını kaldırmayasın. İşlerini ehil kişilere danışarak tutasın, danışırsan yol alırsın, danışmasan yolda takılıp kalırsın oğul.

“Güçlüsün, akıllısın, söz sahibisin; ama bunları nerede, nasıl kullanacağını bilemezsen, sabah rüzgarında savrulup gidersin.”

Bir dem gelir bir tekmeyle dünyaları yıkacak olursun, bir dem gelir yerdeki karıncaya mağlup olursun. Güç hayvanda bile mevcut. Akıl sadece anahtar. Anahtara takılmasın. Aslolan anahtarın açacağı kapılardır. Kapıların ardında hazineler, kapıların ardında sırlar vardır. Sırlar ki, ebedi muştuları(müjdeleri) koynunda barındırır; sonsuza kavuşturur.

Aklını kullanıp dünyadayken cennetin kapılarını aralayasın oğul.

“Öfken ve benliğin bir olup aklını yener! Daima sabırlı, sebatlı ve iradene sahip olasın, azminden dönmeyesin. Çıktığın yolu, taşıyacağın yükü iyi bil, her işin gereğini vaktinde yap!”

Öfke ateş, öfke afet, öfke şeytandır oğul. İnsanoğlu dağları devirir; ama öfkesine mağlup olabilir. Öfkeyle savaşı daima taze tutmak gerektir.

“Yolcu, buruk baş gerek
Gözde daim yaş gerek
Huy biraz yavaş gerek
Yoksa yollar aşılmaz.”
. diyen ne güzel söylemiştir.

Öfke benliğin yemi, en lezzetli gıdasıdır. Benlik semirdi mi irade yok olur gider. İradesi zayıflayanın ruhu intihar eder. Posalaşmış bir beden taşımak ne ağır zillet, ötelere kapalı bir ruh taşımak ne büyük ihanet.

Sabırsız olmaz oğul. Sabırsız menzile varılmaz. Kaf Dağı’na sabırsız ulaşılmaz. “Sabır kara bir dikeni yutmak, diken içini parçalayıp geçerken de hiç ses çıkarmamaktadır.” İnsan ocaklar gibi yanmalı, yanmalı da kimselere gamını ilan etmemelidir.

Gözünü ötelere dikesin oğul, hesabını idealine göre yapasın. Şunu da asla unutmayasın: “Her şeyin vakti tayin edilmiştir. Vaktinden önce öten horozun başı kesilir.”

Vazifen çetin, yükün ağırdır oğul. Hizmette önde ücrette geride olasın. Vazifenin en ağırına talip olmakta kaçınmayasın. Vazifenin ağırlığı Yaratan’ın kullarına ihsanıdır.

“Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördüğünü söyleme, bildiğini bilme, sözünü unutma, sözü söz olsun diye söyleme.”

Bizler nefreti eritmek için, muhabbetin asaletini dünyaya yeniden hakim kılmak için çıktık yola. Bu yolda utanacak bir şeyimiz yoktur. Muhabbet yolunun gizlisi saklısı yoktur oğul. Ama altının değerini de sarraf bilir, sözünü muhatabına göre ayarlayasın.

Cahilin karşısında altınlarını çamura atmayasın. Yiğit olan kördür, kötülüğü görmez; sağırdır, kem sözü işitmez; dilsizdir, her ağzına geleni demez. Bildiğini de her yerde ayaklar altına sermez. Yunus gibidir o; yüreği muhabbete, gönül ibresi Hakikate ayarlıdır. O bir defa söz verdi mi, onu namusu bilir.

“Ananı, atanı say; bereket büyüklerle beraberdir!”
Anadolu; içinden kıvrım kıvrım ırmaklar akan, ağıtları alev alev ciğerler yakan… “Ana”larla dolu olan…

Ana çile yumağıdır, oğul dua kaynağıdır. Ana yüreği narin bir ipek, ata bileği Hakk’ın diktiği en sağlam direktir. Ne ananın ince yüreğini yakasın, ne de babanın kapı gibi bileğini kırasın oğul. Yarın yuva kurduğunda ocağınla onlar arasında köprü olasın. Ana ve ata düşmemek için sırtımızı dayadığımız duvardır, yarın duvar yıkıldığında kıymetini anlarsın.

“Sevildiğin yere sıkça gidip gelme, muhabbetin kalkar, itibarın kalmaz.

Düşmanını çoğaltma, haklı olduğunda kavgadan korkma! Bilesin ki; atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler!”

Her şeyin ortası makbuldür, sevginin de. Sevdiğini gereğinden fazla sevmeyesin. Sevgini de, sadece yüreğinin eline vermeyesin. En çetin imtihan “sevgi”yle olanıdır. “Kişi ne kadar bahadır olsa da, muhabbete tuş olur.” diyen atanın sözünü aklından çıkarmayasın. Böyle imtihan olmamak, istikbalde neslinden utanmamak için gecelerin bağrında, seherlerin aydınlığında duaya durasın.

Senin ideallerin ve geleceğe dair hedeflerin var oğul.

Gönül adamı ömrünü boşa harcamaz, yüreğini ucuza satmaz, edep tacını başından almaz. Gönül erinin her zaman yüzü yerde, gönlü göktedir. Haklı olduğunda kavga vermesini bilir.

Kavgayı sadece bileğiyle değil, ilmiyle ve yüreğiyle yapmasını bilir.

İyiliğe kötülük, şer kişinin kârı,
İyiliğe iyilik her kişinin kârı
Kötülüğe iyilik de,
er kişinin kârıymış oğul.

Sen bizim rüyamız, sen bizim devâmız, sen bizim duamızsın oğul. Daima başın dik, alnın ak, gönlün pak olsun.

Zümrüt-ü Anka’nı iyi seç ki Kaf Dağı sana yakın olsun. Yolun ebediyete kadar açık olsun.




Farkına varmalı insan!

Kendisinin, hayatın olayların, gidişatın farkında olmalı. Farkı fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen…

Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını fark etmeli.Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını ve en sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını fark etmeli.

Şu çok geniş görünen dünyanın, ahirete nispetle anne karnı gibi olduğunu fark etmeli.

Henüz bebekken ‘Dünya benim!’ dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu,ölürken de aynı avuçların ‘her şeyi bırakıp gidiyorum işte!’ dercesine apaçık kaldığını fark etmeli.

Ve kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli.

Baskın yeteneğini fark etmeli sonra.

Azraillin her an sürpriz yapabileceğini,nasıl yaşarsa öyle öleceğini fark etmeli insan.

Hayvanların yolda , kaldırımda , çöplükte ama kendisinin güzel hazırlanmış mükellef bir sofrada yemek yediğini fark etmeli.

Yaratılmışların en güzeli olduğunu fark etmeli ve ona göre yaşamalı.

Gülün hemen dibindeki dikeni dikenin hemen yanı başındaki gülü fark etmeli.

Evinde kedi,köpek beslediği halde çocuk sahibi olmaktan korkmanın mantıksızlığını fark etmeli.
Eşine ’seni çok seviyorum!’ demenin mutluluk yolundaki müthiş gücünü fark etmeli.

Dolabında asılı 25 gömleğinin sadece üçünü giydiğini ama arka sokaktaki komşusunun o beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu fark etmeli.

Zenginliğin ve bereketin sofradayken önünde biriken ekmek kırıntılarını yemekte gizlendiğini fark etmeli.

Annesinden doğarken tertemiz teslim aldığı gırtlağını ve aşırı beslenme yüzünden sarkan göbeğini fark etmeli, fark etmeliyiz çok geç olmadan…..

Ömür dediğin üç gündür,dün geldi geçti yarın meçhuldür…

O halde ömür dediğin bir gündür,o da bugündür….



CAN YÜCEL


--
Levent Kafadar
http://corbanintuzu.blogspot.com

Bırak
hayatına eşlik etmek isteyenler gelsin seninle...Herkesin gideceği
bir yol vardır. Sen yeter ki yanında yer ayırmayı bil...Ne sen
kimse için mecburi istikametsin, Ne de bir başkası senin için
çıkmaz sokak...''

20 May 2010

SORGU

İnsanoğlu
Bazen sorgular yaşamı
Dününü
Bugününü
Yarınını
Yüreği
Belki
Bir mutluluğa kavuşmanın peşindedir
Belki de
Bir acıdan kaçmanın yorgunluğunda
Telaşlıdır insanoğlu…
Yoğun olduğunda
Yetişememekten
Boş kaldığında
Yetinememekten yakınır
Huzurlu olabilmek için kaygılı
Dinlenebilmek için yorgundur
Çok için yeteni
Yarın için bugünü
Harcar durur
Daha iyi bir yaşam sürmek içindir kavgası
Daha iyisi nedir belki bilmez ama
Onun içindir
Yaşamdan
Gelişi…
Geçişi…
Kötü olduğunda zalimliğinin
İyi olduğunda güzelliğinin
Yoktur bir benzeri
Bazen…
İnsanoğlu sorgulamalıdır yaşamını
Dün,
Vazgeçtikleri sabrettiklerinden
Tükettikleri ürettiklerinden
Bildikleri öğrendiklerinden
Konuştukları dinlediklerinden
Telaşı dinginliğinden
Yanlışı doğrusundan
Erteledikleri tamamladıklarından
Yaşı olgunluğundan
Fazla ise insanın
Bugün,
Aldığı nefesi anlamlı kılabilen
Kendi kadar başkasını da düşünebilen
Vazgeçmek yerine sabredebilen
Tüketmek yerine üretebilen
Bilmek yerine öğrenebilen
Konuşmak yerine dinleyebilen
Ertelemek yerine tamamlayabilen
Hatasızlığı aramak yerine ders alabilen
Yaşlanmak yerine olgunlaşabilen
İnsan olma zamanıdır.
Yarın mı?
İnsan var olduğu sürece vardır yarını
Biz yarın için bugün nasıl olacaksak
Yarın da bizler için öyle var olacaktır…

Selin Alemdar
GeleNek Yöneticisi - Eğitmen

 
 
 
 

İnsan yok oldukça her yerde olmaya başlar.........

Nötr olmak; ben demekten vazgeçmek, beni yok sayabilmek, kendine anlamalar yüklemekten vazgeçmek , rolünü en iyi şekilde oynamaya çalışırken kimliğinin üzerinden okunmamasını sağlamak, kimliğini de fazla umursamamak. Daha huzurlu ne olabilir ki.

Birilerine elini uzattığında, kendinden vazgeçip ona konsantre olduğunda, onun derdine derman olduğunda senden daha dertsiz kimse yoktur. Sen yoksan senin sorunun da yoktur.


Birileri senden çare istemek için seni  kendinden görmeli, sana bakıp kendini sende görmesi için önce sen,sen olmaktan vazgeçmelisin ve o noktada senden daha rahatı yoktur.


Hiç kimse olduğunda anlarsın Ben olanların ne denli acı çektiğini


Ben öyle istiyorum.!
Ben bunu beğenmedim daha güzelini getir.
Beni oraya mı oturtacaksın yani?
Ben neyin ne olduğunu bilirim!
Ben en iyisini yaparım!



Bu dünyada kendini Tanrı zanneden zavallı Ben, gelecekte yaşayacağı azabı aslında şimdiden yaşamaya başlamıştır. Kendine olan aşkından gözleri kamaştığı için gerçeğin çok uzağındadır, tabi huzurun da.


Yok olmaya çalışana bakar ve bir anlam veremez, varolmak için bu denli çabaladığı halde çok mutsuzken yokun yerlerde sürünmesi gerektiğini düşünür. Nereden bilsin her şeyin zıddını var ettiğini.


İnsan yok oldukça her yerde olmaya başlar, yok oldukça herkese ulaşmayı başarır . Soyutlaştıkça varolur, anlamı olur.


Hiç bir şey beklemeden  sadece karşılaştığın olaya en doğru tepkiyi vermek, seçeneklerden en iyileri başkası alsın, kullansın diye bırakabilmek, en haklı olduğun noktada nerede haksızlık yaptığını anlamaya çalışabilmek, yardıma en ihtiyacın olan zamanda başkasına yardım edebilmek, hiçbir şey bilmediğini bilmek , aslında bir hiç olduğunu bilmek ve bütün bunları olması gerektiği için değil bilinçsizce yapmak. Yoklukta varolmak.


Herkesin varolmaya çalıştığı bu dünyada gelin biz yok olalım.


Dönüşüm Konağı
Talin Taşçıoğulların

Özün Sözü:
'Bilemezsin, Sana verecek bir armağanı ne çok aradığımı. Hiçbirşey içime sinmedi. Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var. Ya da okyanusa su. Düşündüğüm her şey Doğu'ya baharat götürmek gibiydi. Kalbimi ve ruhumu vermemin bir yararı yok, çünkü Sen zaten bunlara sahipsin. O yüzden Sana bir ayna getirdim. Kendine bak ve beni hatırla. ''Hazreti Mevlana"


--
Levent Kafadar
http://corbanintuzu.blogspot.com

Bırak
hayatına eşlik etmek isteyenler gelsin seninle...Herkesin gideceği
bir yol vardır. Sen yeter ki yanında yer ayırmayı bil...Ne sen
kimse için mecburi istikametsin, Ne de bir başkası senin için
çıkmaz sokak...''

19 May 2010

Dunning-Kruger Sendromu






Televizyon izlerken birilerine bakıp da "Ya, bu adam bu salaklıkla nasıl
buralara kadar gelebilmiş" diye düşündüğünüz oldu mu hiç?

İşyerinizde sizinle aynı ya da üst aşamada bir görevde olan
bazıları, sizde büyük bir şaşkınlık uyandırdı mı ? Onlara bakıp, "Bu
cahillik, kendini bilmezlik nasıl fark edilmez ?" diye iç geçirdiniz
mi ?

Justin Kruger ve David
Dunning adlı iki ABD'li psikiyatri uzmanı, bir teori ortaya
attı:

"Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır."


Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.

Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.

Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların
niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.

Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı
niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar.

Cornell Üniversitesi'ndeki öğrenciler arasında bir test yapıldı ve
"Nasıl geçti ?" diye soruldu...


Soruların yüzde 10'una bile yanıt veremeyenlerin "kendilerine
güvenleri" müthişti. Onların "testin yüzde 60'ına doğru yanıt
verdiklerini" düşündükleri; hatta "iyi günlerinde olmaları halinde
yüzde 70 başarıya bile ulaşabileceklerine inandıkları" ortaya çıktı.

Soruların yüzde 90'ından fazlasını doğru yanıtlayanlar "en
alçakgönüllü" deneklerdi, soruların yüzde 70' ine doğru yanıt
verdiklerini düşünüyorlardı.

Tüm bu sonuçlar bir araya getirildi ve Dunning-Kruger Sendromu tanımlandı.

"İşinde çok iyi olduğuna" yürekten inanan 'yetersiz' kişi, kendini ve
yaptıklarını övmekten, her işte öne çıkmaktan ve aslında yapamayacağı
işlere talip olmaktan hiçbir rahatsızlık duymaz ! Aksine, her şeyin
hakkı olduğunu düşünür !

Ancak bu 'cahillik ve haddini bilmeme' karışımı, mesleki açıdan müthiş
bir itici güç oluşturur.

'Eksiler', kariyerde 'artıya' dönüşür.

Sonuçta, 'kifayetsiz muhterisler' her zaman ve her yerde daha hızlı yükselirler...

Bu arada, gerçekten bilgili ve yetenekli insanlar çalışma hayatında
'fazla alçakgönüllü' davranarak öne çıkmaz, yüksek görevlere
kendiliklerinden talip olmaz, kıymetlerinin bilinmesini
beklerler...Tabii beklerken kırılır, kendilerini daha da geriye
çekerler... Muhtemelen üstleri tarafından da 'ihtiras eksikliği' ile
suçlanırlar..."


"Dünyanın sorunu,

akıllılar hep kuşku içindeyken
aptalların küstahça kendilerinden emin olmalarıdır"
Bertrand Russel

 

 

 

Dönüşümü (krizi) yönetmek!



Serdar Bey'in yazısını okuduğumda çok önemli tavsiyeler olduğu kanaatine vardım.Bu yazıyı kriz dönemlerinde gerek bireysel gerekse de kurumsal süreçlerde davranış değişikliği boyutunda ortaya konabilecek karar mekanizmaları ve uygulamaya dönük yapıcı önerileri istifadelerinize sunmak istedim.
 
Bu yazının konusu olan modele değinmeden önce değişim yönetimi açısından belirsizlik dönemi ve normal dönemler arasında şirketlerin günlük yaşamlarındaki farklılıkları aşağıda kısaca özetlemek istiyorum:
        Normal dönemde ortam affedicidir! Yaptığınız maliyetli hatalar bir yere kadar sineye çekilebilir. Kriz ortamında hata yapmamaya çalışın. Hatalarınız sizin için geri dönülemez sonuçlar doğurabilir. Dolayısıyla kriz dönemlerinde "beklenmeyen sonuçları" azaltıcı önlemler almak gerekir.

        Normal dönemde organizasyonları dışarıdan etkileyen güçler nispeten daha zayıftır. Kriz zamanında şirketlere dış baskılar (Pazar daralması, kur artışları, azalan kredi imkanları, sipariş iptalleri vs) artar, bunların görülmesi sıklaşır.

        Normal dönemlerde, şirketler genellikle iç dinamiklerinin etkisiyle değişim gösterirler, yani bu proaktif bir değişimdir. Kriz dönemlerinde ise dış güçler, şirket içi güçlere baskın çıkar ve organizasyonlara geri adım attırarak onları tepkisel bir konuma sürükler.

        Kriz dönemlerinde acil konuları incelemek için yeterli zamanı bulamayız. Genellikle "hemen şimdi" içinde hareket edilir.

        Normal dönemlerde yöneticiler performansın her üç boyutuyla da (finansal, operasyonel, davranışsal) dengeli bir şekilde ilgilenirler. Kriz sürecinde şirket yöneticilerinin kafasını finansal performans işgal eder. Operasyonel sorunlar, çalışanların sorunları (davranışlar) ya ihmal edilir ya da demir yumrukla yönetilmeye çalışılır.

        Şirketiniz krizdeyse kalite politikanıza ne ölçüde bağlı kalırsınız. Maliyet baskıları kaliteden taviz vermenize yol açabilir.

        Kriz dönemlerinde patronlar tüm yetkileri sınırlamak ve karar verme süreçlerini kendi kontrollerinde olmasını isterler.

        Şirket içi politikalar şiddetlenir. Kişisel yaşam savaşı ön plana çıkar. Herkes bir günah keçisi bulmaya çalışır. Bu dönemde yapılan hataların maliyeti genellikle kariyeriniz olur. (Hataların kariyere malolması noktasında makalenin yazarıyla aynı görüşü paylaşmamakla birlikte hatada ısrar etmenin kariyeri olumsuz etkilemesi mümkündür.)

İçinde bulunduğumuz ekonomik belirsizlik ortamı gibi durumlarda kullandığımız modellerden biri Ralph Stacey'e ait "disagreement/uncertainty matrix" isimli modeldir. Stacey değişim ve karmaşıklığı iki boyutlu bir matriksle açıklar: Kesinlik ve Mutabakat.

Kesinlik; kurumlarda bireysel veya toplu karar almamızı etkileyen önemli bir faktördür. Karar alabilmemiz için yeterli ve doğru bilgiye ihtiyacımız var. İş hayatında yöneticilerin günlük işleyişlerinde analitik karar verme yaklaşımlarını kullanarak başarılı birçok karar aldıklarını biliyoruz. Ancak, kararları zorunlu olarak varsayımlara dayandırarak almak zorunda olduğumuz birçok durumla da karşılaşıyoruz. Bu gibi durumlarla karşılaştığımız zaman ne yapacağız?

Şirketlerinde dahil olduğu modern sosyal sistemler, müzakere ve anlaşmalar çevresinde kendilerinden yapılanan sistemlerdir. Herhangi bir projeye taraf olan kişiler arasında yapılması gerekenler/alınması gereken önlemler hakkındaki mutabakatın derecesi, başarıyı ve doğrunun bulunmasını etkileyen önemli bir faktördür. (Bir şirkette normal dönemde bile yapılması gereken işler hakkında yöneticiler arasında mutabakat yoksa ve sürekli bir çatışma ortamı mevcutsa, kriz döneminde ne yapacaksınız?)

İşte şimdi yaşamaya başladığımız sürecin önemli iki özelliği; yüksek ölçüde belirsizlik ve kararsızlık.  Yukarıda bahsettiğim Stacey modelinde bu özelliklere sahip bölgeye"Edge of Chaos"  ismi verilmiş. Yani uçurumun kenarı, kaosun eşiği gibi tercüme edebiliriz.

Dengeli/istikrarlı ortamdan, dengesiz/belirsizlik ortamına geçişin eşiğini tanımlamak için kullanılır. Bu aşamada sistemin dengesini bozmak için çok az bir enerji yeterli olur. Örneğin 1989'da Berlin duvarının yıkılışının hikayesi ve yol açan olaylar zinciri buna en güzel örnektir. Bildiğiniz gibi akabinde koca bir politik sistem çöktü. Aynı şey bugünlerde ABD'de anlı şanlı finans kurumlarının başına gelmekte.

Tabi her şey bu kadar çözümsüz değil. Kaosun eşiğinde bulunan organizasyonlar için her şey bitmiş değil. Daha istikrarlı yeni bir denge noktasına doğru hareket edebilme şansları var. Bunun nasıl yapılacağını da, yukarıdaki Stacey modeli söylüyor- bilgi kesinliğini ve şirket içi mutabakatı artırmamız lazım. Peki bunu nasıl yapacağız?

Mutabakatı artırmanın yolları

-Lider olarak davranışlarımızı gözden geçirmemiz lazım. Gerçek liderler sağlam kararlar alırlar. Bunu yaparken çevreleriyle yoğun bir iletişim içine girerek, ekiplerini alınan kararlara istekli bir şekilde katkıda bulunmaya motive ederler. Adamlarınız sizin herkesten fazla çaba harcadığınızı görünce aynı şekilde davranacaklardır. (Ülkemizde hala kapalı kapılar ardında bütün gün odasından çıkmayan liderler var)bunun tam tersini söylüyor: kurumla ilgili geçmiş başarılarınızın kaynağını bulun ve gelecekle ilgili çabalarınızda bu başarılarınızdan esinlenin.

-Hızlı ve derinlemesine iletişim. (İletişimden sadece 5 üst düzey yöneticiye e-posta göndermeyi kastetmiyorum) Kriz zamanlarında insanlar daha endişeli oluyorlar. Bu endişe "normal" dönemlere göre daha fazla ciddiye alınmalıdır. Eğer herkes batan bir gemide olduğunu düşünürse, vakitlerinin önemli bir bölümünü yeni iş aramakla geçirecekleri için, katılımları düşecek, dolaylı olarak organizasyonun aşağıya doğru gidişi hızlanacaktır. Halbuki böyle dönemlerde değişim yönetimi danışmanlarının kullandığı bir metod  olan "Olumlu Sorgulama"

 -Sürekli olarak çok yönlü bir iletişim sistemini canlı tutmak, insanların düşüncelerini öğrenmek,  dinlemek, kötümserlik ve güven eksikliğinin önüne geçmenize yardımcı olur. Çalışanlarınız endişe içindeyken siz hiçbir şey yokmuş gibi şirkete gelip gitmeniz ve iletişim kurmamanız, bilgi kirliliğine yol açarak, içinde bulunduğunuz kaotik ortamı besler.

Kesinliği nasıl artıracağız?

-Öncelikle dürüst davranarak. Bu konuda en iyi örnek buzdağına çarpmadan önce Titanik'te yaşananlardır. "Gözcü o gece saat 11.30 civarında denizin aşırı sakinliğine ve buzdağına çarparak kırılan küçük dalgaların bulunmamasına bir anlam verememiştir. Ayrıca tesadüfe bakın ki, gözcünün dürbünü gemi limandan ayrıldıktan sonra kaybolmuştur." Aman buzdağına çarpmayın! Görünüşü netleştirmek için yapılabilecek her şeyi yapın. İnsanlara şu anda gemiyi batırmamak için ne yaptığınızı, neden yaptığınızı anlatın. İnsanlar anlarlarsa katkıda bulunurlar. Açıklık, dürüstlük yapılanlara tepkiyi azaltır ve çalışanları katkıya teşvik eder. Doğru mesajı verenleri ödüllendirin (Türkiye'de genellikle vuruyorlar) Yaşadıklarımızı Titanik olayına bağlı olarak irdeleyen güzel bir yazı; http://www.tkyd.org/files/downloads/titatik_neden_iki_kere_batti.pdf

-Her kademede çalışanı dahil eden kısa geri bildirim seansları, toplantılar düzenleyin. Kısa ve düzenli toplantılar, alınan önlemlerin ve kararların şirkette önünüzü görmenize ne ölçüde yardımcı olduğunu izlemenize yarar. Gelişmeleri sürekli izleyin. Senaryo analiz yöntemleri gelecekle ilgili görüş oluşturmanıza yardımcı olur. Şirkette keskin önerileri ve karşı önerileri keşfedin. Unutmayın sorunların çözümünde şimdiye kadar alışkın olduğunuz yaklaşımlar işe yaramayabilir.

-Toplantılarınızda tarafsız danışmanlardan yararlanabilirsiniz. Kriz dönemlerinde varsayımlarının etkisinde olurlar ve kolay değiştiremezsiniz. Dışarıdan gelen tarafsız biri değişik fikirlerin görünürlüğünü kolaylaştırarak, ekiplerinizin verimli kararlar alabilmesini kolaylaştırabilir.

 Serdar Yurdakul

Bu yazıda bilginin veri ya da enformasyon olmadığı kendimize dönük özel işlemlerden geçmiş,ölçülebilir olması; üzerinde strateji değişikliğine gidilebilecek çok değerli ve kişiye ya da kuruma özgü enformasyon olduğu,tüm sürecin yönetilmesinde hangi faktörlerin dikkate alınması gerektiği ve en önemlisi gemi yürürken buzdağına çarpmadan bu süreci topyekin yönetebilmenin ipuçlarına ulaşabiliyoruz.
  
Sözün Özü: Değişmeyen tek şey değişimdir biz ne kadar dirensek de.......

16 May 2010

Hayal kırıklığına uğramaya hazır olun.


Eğer hayal kırıklığına uğramaya hazır olursak,bu hayal kırıklıklarından kendimize pay çıkarmasını da bilebiliriz. Bizleri yeni bir şey denemekten, yatırım yapmaktan, reddedilmekten alıkoyanın sebeplerinden birisi de hayal kırıklığına uğrayacak olmamızdır.

Bununla birlikte hayal kırıklıklarından zararlı çıkarız hep uzun vadede."Bunu bir daha asla yapmam," ya da "başaramayacağımı bilmeliydim," diyen birisini duyduğumuzda,gördüğü zararın uzun süreli olduğunu anlayabiliriz.

Her mesele  kendi içinde bir fırsat da barındırmaktadır.Her  fırsatın altında paha biçilmez bir nebze de bilgelik yatar.

Ne zaman "Bunu bir daha asla yapmam","İkinci kez aynı hatayı asla yapmak istemiyorum." Diyen birilerini duyduğumda,öğrenmeyi duraklatmış birilerini dinlediğimi düşünürüm.Hayal kırıklığının kendisini durdurmasına izin vermiştir.Hayal kırıklığı, ayaklarının altında daha da yükselmesine yarayacak bir temel olmak yerine çevresine duvar örmüştür.

 Hayal kırıklıklarımızla yüzleşmek yerine onlardan daima kaçmak belki de bizleri arzu ettiğimiz bir hayatı yaşamamıza engel olmakta. Oysa hayal kırıklığından kaçmak yerine ona hazırlıklı olmak gerekir.Öğrenmenin en önemli bir deneyimidir uğradığımız ya da uğrayacağımız hayal kırıklıklarımız…Yaptığımız yanlışlardan çıkardığımız dersler yanında karakterimizi de sağlamlaştırmada önemli bir aşama bu yaşadığımız hayal kırıklıkları.

 Hayal kırıklığına uğramak yenilgiyi kabullenmek değildir.Hayal kırıklığına hazır olmayı beklemek, zihinsel ve duygusal olarak hoşumuza gitmeyecek sürprizlere karşı hazırlıklı olmayı gerektirir.Duygusal açıdan hazır olursanız,işler yolunda gitmediğinde sakin ve metanetli davranabiliriz.Bu bizi daha aklı selim düşünmemize ve bizleri daha doğru kararlar almaya doğru götürür.

 Dahice fikirleri olan kimseler ilk başlarda bu projelerini sunduklarında oldukça heyecanlıdırlar.Bu heyecan zamanla azalır ve arkasından hayal kırıklığı baş gösterir.Artık heyecandan eser kalmamıştır."İyi bir fikirdi,ama işe yaramadı,"diye hayıflanırlar.

 İşe yaramayan fikir değildir,hayal kırıklığı baskın gelmiştir.Sabırsızlıkları hayal kırıklığına dönüşmüş ve vazgeçmesine sebep olmuştur.Sabırsızlıkların temelinde beklenen maddi yada manevi ödülün karşılığını hemen alamamış olması yatmaktadır. Beklenen maddi ya da manevi ödülü alabilmek yıllar alabilir ve bunu hak edenler bu farkındalıkta olmuşlardır hep buna değeceğinin şuurunda olarak.

 Herhangi bir işe başlamadan önce her zaman çevremizde "akıl danışacağımız" güven duyduğumuz insan/insanlar olmalı ve sık sık onlarla istişare etmemiz daha sonra eyleme geçmek bizi daha doğru  kararlar almamızı sağlar.

her şeyi önceden bilemeyiz,bazı şeyleri yalnızca öğrenmemiz gerektiğinde öğreniriz.İşte bu sebepten yeni şeyler denememiz gerektiğini bununla birlikte hayal kırıklığına uğramayı beklemenizi de ifade ediyorum, akıl hocasının da deneyim kazanmanızda size yol göstermesi için her daim yanınızda olması çok faydalı olacaktır.Çoğu kimsenin herhangi bir projeye başlayamamasının nedeni bütün çözümlerin ellerinde olmamasıdır.Hiçbir zaman bütün çözüm yollarını bilemezsiniz,bununla birlikte bir yerden başlamak yeterlidir.

Yanlış yapmanın ve hayal kırıklığına veya başarısızlığa uğramanın en acı veren yanlarından biri başkalarının bizim hakkımızda ne düşüneceği değil, bizim kendi hakkımızda ne düşündüğümüzdür. Zihinsel ve duygusal açıdan kendilerine acımasız davranan kimselerin risk alma,yeni fikirler benimseme ya da yepyeni bir işe teşebbüslerinde fazla çekingen olduklarını gözlemleyebiliriz.

Eğer kendimizi cezanlandırır ya da uğradığımız hayal kırıklığı için bir başkasını suçlarsak,bir şey öğrenmemiz zordur.Zihinsel ölüm işte bu noktada başlamakta bedensel ölüme kadar geçen süre bizler için oldukça sıkıntılı ve mutsuz bir dönem olacaktır.

 Başarı; arzunun gücüyle,düşlerinin boyutuyla ve başarıya giden yolda uğradığın hayal kırıklıklarıyla ne kadar iyi başa çıktığınla ölçülür. Ve gelecek,zamanla birlikte değişebilen ve uğradıkları hayal kırıklıklarını gelecek için fırsata,yatırıma,duygusal dayanıklılığa dönüştürebilen kişilerin olacak.

Sözün Özü:  "Pek çok kişi bütün ışıklar yeşil yanmadan yola bakmaz."                                                                            

                                                                               Keith Cunningham


Kaynak:Nakit Akışı Ölçüm Çeyreği / Robert T.Kiyosaki / Alfa Yayınları


13 May 2010

Ayna ayna söyle bana!

BİR MENKIBE (Şaşmaz bir ölçü)

* Peygamber efendimiz eshab-ı kiramdan bazı büyüklerle birlikte sohbet ederlerken yanlarına bir adam geliyor, başlıyor Peygamber efendimize kötü sözler söylemeye, "senin kadar kötü, senin kadar çirkin birini daha görmedim" diyor, benzeri hakaretler yapıyor. Eshab-ı kiram Peygamber efendimize bakıyorlar, bir işaret etse yetecek. Peygamber efendimiz, adamın her söylediğine doğru söylüyorsun buyuruyor. Sonra bu adam gidiyor, yanlarına hazret-i Ebu Bekir geliyor. Ya Resulallah ömrümde senin kadar güzel birini şimdiye kadar hiç görmedim. Senin kadar iyi birine hiç rastlamadım gibi güzel sözler söylüyor. Ona da Peygamber efendimiz doğru söylüyorsun ya Eba Bekir buyuruyor. Eshab-ı kiram şaşırıyorlar, Peygamberler şaka da olsa hiç yalan söylemezler. Peygamber efendimize, "Ya Resulallah, o adama da doğru
söylüyorsun buyurdunuz.  Ebu Bekir'e de, bunun hikmeti nedir?" diyorlar.
Peygamber efendimiz, "Ben bir aynayım, bana bakan kendini görür. O adam bana baktı kendini gördü, kendi özelliklerini söyledi. Ebu Bekir baktı kendini gördü ve kendi özelliklerini söyledi" buyuruyor.

Mümin de müminin aynasıdır. Bir Müslüman, başka bir Müslümana sen şöyle kötüsün böyle kötüsün gibi şeyler söylese bilsin ki o özellikler kendisinde vardır.

Ayna Etkisi

"…….hayat bize içimizde olup biten hakkında sürekli olarak bilgi ve düşünce yolları önerir.Bu mesajlar bize her an çevremizden gönderilir ve sürekli doğru ve derin bilgiler verir.Kim olduğumuzu ve yaşayacaklarımızı anlamamıza yardım etmek için hayat tarafından gönderilen mesajların bu birinci düzeyi "ayna etkisi" olarak adlandırılır.Hayat bizimle konuşmak ve bize yol göstermek için gerçekten sayısız desteğe dayanır ve bu sadece bizim onu dinlemize bağlıdır.Etrafımızda olan biteni ve başkalarının hayatımızdaki yerini gözlemleyerek,kendimizi anlamak için sonsuz bir alana sahip oluruz.Carl Gustav Jung'un "başkalarında kendimizden bin bir parça görürüz,"dediği bu "ayna etkisi" işte bu yaşam anlayışında yer alır.

O halde bu ayna etkisi nedir? Kişisel araştırmamda kabul etmesi en zor felsefi kavramlardan biri sözkonusudur.Gerçekten de başkalarının kişiliğinde gördüğümüz her şey sadece kendimizin bir yansımasıdır mıdır?

Birisinde hoşumuza giden bir şey olduğunda,inanmaya ya da ifade etmeye cesaret edemediğimiz genellikle kendimizden bir parça sözkonusudur.Şimdiye kadar kabuledilebilir bir ilke.Daha da ileri gidelim.Başkasında katlanılmaz bir şey gördüğümüzde bu aynı zamanda bize de ait,ama bizim kaldıramadığımız bir kutupsallığın sözkonusu olduğu anlamına gelir.Bizzat kendimizle yüzleştirdiği için onu görmek ,kabul etmek istemeyiz ve başkasında da katlanamayız.Böyle bir durumda,bu konu kabul edilmesi çok daha zor bir hale gelir.Yine de bunun üzerinde samimi bir şekilde düşünelim.Dünyanın en büyük lastik adamı olsak bile,vücudumuzun kendi gözümüzle hiçbir zaman göremediğimiz tek kısmı hangisidir?Bu yüzümüz olabilir!Oysa,bu yüz ne ifade ediyor,neye yarıyor?Kimliğimizi gösterir ve kimlik denilen belgelerin üstüne yapıştırılan zaten onun fotoğrafıdır.Yüzümüzü görebilmenin tek yolu,ona bir aynada bakmaktır.O zaman aynada yansımamızı,bize yansıttığı aksı görürüz.

Hayatta,bizim aynamız başkasıdır.Orada gördüğümüz  ve bize yansıttığı akis,kendimizin,içimizde olup bitenin gerçek aksidir.Eğer karşılaştığımız insanları"seçtiğimiz"olgusunu da eklersek bu daha da önem kazanır.Nasıl bir tokat ama! Örneğin,sürekli adaletsiz insanlarla karşılaşmamız ne de büyük bir tokat!  O zaman bu bizi,başkalarına karşı kendi adaletsizliğimiz konusunda düşünmeye zorlar.Eğer sık sık açgözlü kişilerle karşılaşıyorsak  kendi açgözlülüğümüz,genellikle ihanete uğruyorsak kendi sadakatsizliğimiz üzerine düşünelim.

Elbette,benim de çoğunlukla yaptığım gibi,başkasında hoşumuza gitmeyen ya da bizi rahatsız eden şeyin ne şekilde kendimiz olduğunu anlayamaz,göremeyiz.Ama tamamen samimiysek,kendimizi gerçekten gözlemlemeyi yargısız kabul edersek,başkasının neden bize benzediğini ve ne zaman onun gibi olduğumuzu hemen buluruz.Hayat öyle bir şekildedir ki,yalnızca bizi ilgilendiren ,bizimle ilgili olan şeyi görür,algılar ve ona yöneliriz.Yıllar önce,bir gün belli bir model araba satın almaya karar verdiğimde çok şaşırmıştım.Bu model aşağı yukarı bir seneden beri her yerde vardı.Arabayı satın almaya karar verdiğim günden itibaren,sokaklarda sürekli bu arabayı görüyordum.Oysa,bundan önceki günlerde olduğundan daha fazla araba yoktu,ama benim dikkatimi özellikle bu model çekmişti.Başkasında bizi çeken,bizi ilgilendiren şeyi de aynı şekilde görürüz.


Bu ayna etkisinin ikinci bileşeni,Bilinçdışımız,İç ses ya da Rehberimiz,bizi uygun olan kişilerle karşılaşmaya yönlendirmesidir.Bu ilke olumlu ve olumsuz yönde çalışır.Bir şeyi gerçekten istediğimizde,bize yardımcı olacak kişilere,kitaplara ya da radyo ve televizyon yayınlarına  rastladığımızda böyle olur.Ama aynı zamanda,anlamamız,yaşama dair tutumumuzda değiştirmemiz gereken bir şey olduğunda, C.G.Jung'un "eşzamanlılık" fenomeni* adını verdiği "uygun olmayan" kişilerle karşılaşmamızı sağlayan da yine bu ilkedir.Bazen kavramak yada kabul etmek zordur,fakat her durumda,sorulacak tek soru ,"Bu durumda benim anlamam gereken şey ne?" ya da "Bu karşılaşma,bu durum bana ne öğretmeye çalışıyor?" sorusudur. Samimiysek hemen cevap gelir.Lamalar ve Tibetli Budistler zaten,"hayatta en iyi öğreticilerimiz (bizi daha çok harekete geçiren,ilerleten kişiler) en kötü düşmanlarımızdır,bize en çok acı çektiren kişilerdir…") derler.

Fakat,hayatımızda olup biten ve çalışmamız gereken şeyi bize haber verdiği kabul edilen bu mesajlara karşı ne yazık ki çoğunlukla sağır ya da ağır işiten durumdayız.Bu durumda daha ileriye,başarısız eylemlere,travmalara,hatta hastalığa doğru gitmek zorundayız.Onlar bizimle konuşurlar,ama onlar açısından da,bizim onların dilini çözmeyi öğrenmemiz gerekir.  Herkes bir kolun,bir bacağın,bir midenin ya da bir akciğerin ne işe yaradığını biliyor kabul edilir.Fakat,sadece mekanik işleyişi anladığımız,bildiğimiz,bu bölümlerimizin ancak parçalanmış bir imajına sahibiz.Bu imajı,yani fiziksel bir rahatsızlığımızda ,işlevin genel anlamına ve özellikle temsil ettiği,psikolojik yansımasına doğru genişletmek iyi olur.Böylece bundan,bedenin şu ya da bu bölgesinde ortaya çıkan gerilimlerin anlamını elde edebiliriz.

"Yüreğim acı çekmekten korkuyor,dedi delikanlı Simyacıya,aysız bir gecede gökyüzüne bakarlarken.
-Acı çekmekten korkmanın,acının kendisinden daha kötü olduğunu söyle yüreğine.Ve düşlerinin peşinde oldukça hiçbir yürek asla acı çekmez."
Paulo Coelho – Simyacı

Sözün bittiği yer: Aynaya baktığın zaman yüzün kızarmasın.Geza Gardony

*Fenomen:
Olay:"Güneşin batıdan doğması gibi olağanüstü bir fenomen sayılmalıdır bu.(Kaynak:tdk

Kaynak: "Bana nerenin ağrıdını söyle sana nedenini söyleyeyim" Michel Odoul,Dharma Yayınevi,Sf:64-66

Kaynak :  www.Dinimizislam.com



Mesele bir "hiç" olabilmekte.....

Nötr olmak; ben demekten vazgeçmek, beni yok sayabilmek, kendine anlamalar yüklemekten vazgeçmek , rolünü en iyi şekilde oynamaya çalışırken kimliğinin üzerinden okunmamasını sağlamak, kimliğini de fazla umursamamak. Daha huzurlu ne olabilir ki.

Birilerine elini uzattığında, kendinden vazgeçip ona konsantre olduğunda, onun derdine derman olduğunda senden daha dertsiz kimse yoktur. Sen yoksan senin sorunun da yoktur.


Birileri senden çare istemek için seni kendinden görmeli, sana bakıp kendini sende görmesi için önce sen,sen olmaktan vazgeçmelisin ve o noktada senden daha rahatı yoktur.


Hiç kimse olduğunda anlarsın Ben olanların ne denli acı çektiğini


Ben öyle istiyorum.!
Ben bunu beğenmedim daha güzelini getir.
Beni oraya mı oturtacaksın yani?
Ben neyin ne olduğunu bilirim!
Ben en iyisini yaparım!



Bu dünyada kendini Tanrı zanneden zavallı Ben, gelecekte yaşayacağı azabı aslında şimdiden yaşamaya başlamıştır. Kendine olan aşkından gözleri kamaştığı için gerçeğin çok uzağındadır, tabi huzurun da.


Yok olmaya çalışana bakar ve bir anlam veremez, varolmak için bu denli çabaladığı halde çok mutsuzken yokun yerlerde sürünmesi gerektiğini düşünür. Nereden bilsin her şeyin zıddını var ettiğini.


İnsan yok oldukça her yerde olmaya başlar, yok oldukça herkese ulaşmayı başarır . Soyutlaştıkça varolur, anlamı olur.


Hiç bir şey beklemeden sadece karşılaştığın olaya en doğru tepkiyi vermek, seçeneklerden en iyileri başkası alsın, kullansın diye bırakabilmek, en haklı olduğun noktada nerede haksızlık yaptığını anlamaya çalışabilmek, yardıma en ihtiyacın olan zamanda başkasına yardım edebilmek, hiçbir şey bilmediğini bilmek , aslında bir hiç olduğunu bilmek ve bütün bunları olması gerektiği için değil bilinçsizce yapmak. Yoklukta varolmak.


Herkesin varolmaya çalıştığı bu dünyada gelin biz yok olalım.


Dönüşüm Konağı
Talin Taşçıoğulların
Özün Sözü:
'Bilemezsin, Sana verecek bir armağanı ne çok aradığımı. Hiçbirşey içime sinmedi. Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var. Ya da okyanusa su. Düşündüğüm her şey Doğu'ya baharat götürmek gibiydi. Kalbimi ve ruhumu vermemin bir yararı yok, çünkü Sen zaten bunlara sahipsin. O yüzden Sana bir ayna getirdim. Kendine bak ve beni hatırla. ''hz. Mevlana"

2 May 2010

Çanakkale Geçilmez'in ne olduğunu anlamanın ötesine geçen bir anı .

İşte sizlere, Çanakkale'de çocuk yaştaki
"Mehmetçik"lerimizin ölüme nasıl koştuklarını gösteren çok çarpıcı bir
misâl [Celal Bayar Üniversitesi Öğrenci Konseyi'nin hazırladığı
"Çanakkale" adlı kitapçıktan nakledelim]:


ÇOCUK KAHRAMANLAR
Balıkesir-İvrindi'nin Mallıca Köyü'nden 104 yaşında vefât eden,
tanıdığımız bir arkadaşın dedesi, Azman Dede, Çanakkale Savaşına
katılmış gâzilerimizdendi. Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında
Mallıca Köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır
işitiyordu. Köylülerden biri bana yardımcı oldu. Sorduklarımı
cevapladı. Söz Çanakkale`ye geldiğinde, o koca ihtiyar sarsıla
sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya ve bağıra bağıra anlatmaya
başladı:
"Bir hücûm sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi.
Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi
askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek
yaşta 3-4 asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene
soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el
yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü
hücûmuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl
şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular. Yüzbaşı
sordu: "Yavrum sizler kimlersiniz?" İçlerinden biri dedi ki:
"Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi talebeleriyiz. Vatan için ölmeye
geldik!.."
Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü
tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle
basılır, tüfek şöyle tutulur, süngü böyle takılır, düşmana şöyle
saldırılır!.." diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin
arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık.
Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif
aydınlanır gibi olunca, hep yaptıkları gibi düşmân gemileri gelip
siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle
inliyordu. Her mermi düştüğünde minâre gibi alevler yükseliyor, bir
gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan
toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak
geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı, "Azman
yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek
sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar,
siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir
titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı.
Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Bir panik meydana
getirebilirdi.
Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş
söylemeye başladı!..
"Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı,/Al sancağı teslim etti
Allaha ısmarladı./Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle vatana,/Sütüm
sana helâl olmaz saldırmazsan düşmana..."

"AZMAN DEDE HEP AĞLAR!.."
Baktım hemen biraz sonra, ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra
biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha
söylüyorlar. Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak... Hücûm anı
geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri
yuvalarından fırlamış, dişler kenetlenmiş bekliyorlardı.
O ân geldi. Birden yüzbaşı "Hücûm!.." diye bağırdı. Bütün bölük, bütün
tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, o
çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o ân. Tam o
ân bir makineli yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler.
Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden
gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara
ağlıyorum!.."
Azman Dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu.
Kahveci de gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi; "Azman Dede hep
ağlar. Ama niye ağladığını bugün ilk defa anlattı" dedi.

1 May 2010

Diyarbakır Günlüğü.

Üniversiteye başladım başlayalı Nisan ayları hep bir yoğunluk içinde geçer. Üniversitemizin sistemi birazcık farklı diğer üniversitelerden. Nisan ayında ikinci dönemin finalleri olup, kısacık tatilimiz yapıp üçüncü döneme başlıyoruz. Çok hızlıyız çok.

Bende sahip olduğum kısacık tatilimi, gönüllü olarak faaliyet gösterdiğim Türkiye Uğur Böcekleri Projesi (TUP) adlı sosyal sorumluluk projesi kapsamında seminerler vererek geçirdim. Ne semineri dediğinizi duyar gibiyim. Aynı zamanda projemizin de değerleri olan yurt sevgisi, girişimcilik, iş kalitesi, dürüstlük ve hoşgörü öğelerini kapsayan 50 dakikalık seminerler veriyoruz. Ceza evleri, SHÇEK, ilköğretim okulları, liseler ve üniversitelerde değerlerimizi anlatarak insanların ufuklarını birazcık genişletip farkındalıklarını arttırmayı amaçlıyoruz.

Geçen hafta seminer vermek için önce Şanlıurfa’ nın Birecik ilçesine daha sonra da Diyarbakır’ a gittim. Yaklaşık 2,5 yıldır bu projenin içerinde olmama rağmen Ankara dışında seminer vermek kısmet olmamıştı. Urfa’ da bir sorun çıkacağına ihtimal vermiyordum ancak Diyarbakır hakkında endişelerim yok değildi. Diyarbakır’ da doğmuş ve ilköğretimi orda okumuş biri olarak bu endişelerim biraz tuhaftı aslında. Ancak basında yer alan haberler bilinçaltımda o kadar büyük bir yer kaplamış ve beni etkilenmiş ki, memleketime yabancılaşmışım. Şimdi anlıyorum ve böyle düşündüğüm için kendimden utanıyorum.

Diyarbakır’ a gidip yurt sevgisini anlattım, kardeşlerime atalarımızın bizim rahat yaşayabilmemiz için canlarını gözlerini kırpmadan verdiklerini söyledim. Etnik kökenlerinden sıyrılıp bağımsızlık uğruna tek vücut olduklarından bahsettim. Kimse taşlamadı beni, korumasız dolaştım sokaklarda, yumurtayla saldırmadı kimse, memleketimin toplu taşıma araçlarını kullandım, caddelerinde özgürce yürüdüm, burnumu kırmadılar benim, sapa sağlamım çok şükür.

Önce Ankara’ dan geldiğimi ve Diyarbakırlı olduğumu söyledim onlara. Buraya sizler için geldim dedim. Özellikle sorunlu semtlere gitmek istedim. Eğitim ve gelir düzeyi çok düşük olan semtlere gittim. Tabi ki de çocuklar da sorunluydu doğal olarak. Yani sorunluymuş, okul müdürleri öyle dedi . Sizi dinlemeye bilirler, rahatsız edebilirler, zorlanabilirsiniz dediler. Ben hiç bir şeyin farkına varmadım. O kadar keyifli geçti ki dakikalar, teneffüs saatini dört gözle bekleyen öğrenciler teneffüse çıkmak yerine beni dinlemek istediler. Sorunlu çocuklar bunlar mıymış dedim içimden.Keşke öğretmenimiz sen olsaydın dedi bazıları.Maharet bende değil tabi ki, anlattıklarımda ve anlatış biçiminde.. Dinlenmeye ve önemsenmeye o kadar çok ihtiyaçları var ki.

Pür dikkatle ve gözleri dola dola dinlediler beni. Daha önce kimse anlatmamış Çanakkale’ de 250.000 şehit verdiğimizi. Memleketimin günahsız, saf iyi niyetli çocukları, Nevşehir’ in Ürgüp ilçesinde kendini halkına adayan, onlara kitap okuma alışkanlığı kazandırmak için köy köy eşeği ile gezen Mustafa Güzelgöz ve Çanakkale’ de ölen atalarımız için “ Allah rahmet eylesin.” dediler. İçim cız etti. Polis tanklarına taş atan çocuklar bunlar mı dedim içimden. Hiç inanmamıştım o taşları bilinçli olarak attığınıza dedim ve bir kez daha gurur duydum onlarla.

Bir lisede de seminer verdim. Beyinleri yıkanmış, kendilerini dışlanmış hissetmiş 2 genç vardı karşımda. “Bunları anlatıyorsunuz ama Diyarbakır’ ın tek sorunu eğitim mi? “ dediler. İçim yine cızladı. Ben yine yurt sevgisi ve hoşgörüden söz ettim onlara. Onlara söylemedim ama haklısınız dedim içimden. Bizi birbirimize düşürenler utansın! Kısa bir münakaşa geçti aramızda bende taviz vermedim, onlara da taviz vermediler düşüncelerinden. Saygısızlık boyutuna ulaşmadı asla. Tanırım ben memleketimin erkeğini, kadına saygılıdır. Belki de bu yüzden inandıklarımı içimde bir damla korku olmadan söyleyebildim. Seminer sonrası öğrendim ki o yolun yolcularıymış… Yazık olacak dedim içimden, yazık!

Özlemişim memleketimi.. Polis tanklarıyla karşılaşmadım hiç. Herkes işinde gücündeydi. 23 Nisan’ ı kutlayacak olmanın coşkusu vardı öğrencilerde. Öğretmen ve öğrenciler hummalı bir çalışmanın içerisindeydiler.

Şu an için elimden gelenler sadece gidip onlara bir şeyler anlatmakla sınırlı. Hz. İbrahim ve karınca rivayetindeki gibi… Benim oraya gidip, 50 dakika boyunca bir şeylerden söz etmem ateşi söndürmedi ama benim vicdanımı rahatlattı. Elimden gelen bu çünkü…

Baharın gelişiyle beynimde ve ruhumda bahar temizliği yaptım adeta. Yenilendim. Enerji depoladım, daha da güçlendim.İyi ki gitmişim Diyarbakır’ a… Seni çok ama çok seviyorum Diyarbekir’ im….

Merve Işıl KAYA

Türkiye Uğur Böcekleri Projesi

İletişim Sorumlusu