31 Ara 2010

Silmeliyiz her birini.

Silmeliyiz her birini.
Kimi zaman birçok şeyi duymadan, görmeden
Sadece hedefimize konsantre olabilmeliyiz.
Prensiplerimize bağlı kalıp,
Bedel ile kucak kucağa yaşayabilmeliyiz.
Yılmadan, yorulmadan, 
Elimizden gelenin en iyisini yaparak, 
Her süreçte sükûnetimizi koruyabilmeliyiz.
Silmeliyiz sahte olan her bir şeyi,
İllüzyon içerisindeki tüm tuzakları silmeliyiz.
Baskının en şiddetli anında bile, sadece gerçek olana teslim olup, 
Samimiyet ve sadakat ile korkusuz yaşayabilmeliyiz.


Silmeliyiz her birini. 
Kazandığımız ve sahip olduğumuz tüm güzelliklerin.
Bazen çektiğimiz eziyetlere sımsıkı sarılıp,
Çoğu zaman meziyetlerimizi yok sayarak,  
Eleştirilere ve önerilere kucak açarak, yaşayabilmeliyiz.
Silmeliyiz incinmelerimizi, inceliklerimizi saklayarak.
Çoğunluğun aksine, unutmalıyız işimize gelenleri,
İşimize gelmeyenleri anlamaya çalışarak.
Silmeliyiz tüm karar ve seçim anlarındaki 
Ateşin izlerini, gölgenin altındaki gizemi.


Silmeliyiz her birini. 
Başkalarının kusurlarını görmeden,
Kendimizinkileri çok iyi anlayarak,  
Görebilmek ve bulabilmek için çaba sarf etmeliyiz.
Silmeliyiz yaşatılan ve yaşanan tüm olumsuzlukları
Affetmenin özgürleştirici gücünü hatırlayarak
Başkalarının gözündeki kılı görmeyip,
Kendi gözümüzdeki odunu görebilmeliyiz.


Silmeliyiz her birini. 
Kendimize hak, başkalarına haram saydığımız,
Bir yaşamın tüm parçalarını ve tüm anlarını.
Sadece kendi oyunumuzu kazanmak için değil,
Temas ettiğimiz her canlının da 
Kendi oyununu kazanabilmesi için 
Silebildiğimiz kadar silmeliyiz, 
Tüm sadakat ve samimiyet ile,
Gerçek olana teslim olarak 
Silmeliyiz….


 Kaynak:http://www.donusumkonagi.net/kose_yazisi.asp?id=647&baslik=silmeliyiz_her_birini..






29 Ara 2010

Altın üçgen............Ufkunuzu,düşüncenizi,eylemlerinizi etkileyecek bir yazı.(vakti olanlara!)

Samsung marka kablosuz telefonlar hakkında şikâyetler artınca, 50 milyon dolar değerindeki bütün telefonlar fabrika avlusuna döküldü. Sonra, başlarına “Önce Kalite” yazılı bandanalar giyen işçiler, telefonları parçaladılar ve yaktılar. Şok edici bir andı, ama unutulmaz ve vurucu bir mesajı içeriyordu.


Biliyorsunuz yurdum marka uzmanları cenneti. Size sürekli olarak marka olmanın erdemlerinden söz eden, marka olmazsanız para kazanamayacağınızı söyleyen uzmanlar ülkesi. Marka olmayı da sadece ve sadece bir reklam-pazarlama etkinliğinden ibaret görürler. Bu konuda en yüksek ses reklam şirketleri ve gazetelerden çıkar, çünkü sizin marka olmanız demek onların para kazanması demektir (dikkat edin sizin değil). Meselenin varmış olduğu nokta bir “al gülüm ver gülüm” noktasıdır, o nedenle de kimse arının kovanına çomak sokmak istemez ve mümkün olan daha fazla marka sevdalısını daha fazla nasıl üterim sorusu onları asıl ilgilendiren soru haline gelir. Bunun yolu da bellidir: Reklam vereceksin abicim. Reklam olmadan olmaz. Özellikle krizde daha çok reklam vereceksin (ki batışın hızlansın). 

SADECE REKLAMLA BU İŞ OLMAZ
Bir markayı sadece reklamla canlandıramazsınız. Bunun yanında eski imajını tamamen öldürmeden radikal yenilikleri kovalamakla başarı elde edilir. İşte Samsung’un CEO’su Yun da bunu yaptı...

Peki, markam gücünü yitirmeye başlarsa ne yapacağım? Ne yapacaksın, elbette reklam vereceksin. Öyle ya, sen reklam vermezsen bu kardeşlerim nasıl para kazanacak? “Ama reklam veriyoruz veriyoruz da bir türlü istediğimiz sonucu alamıyoruz?” “O zaman daha fazla reklam vereceksin.” Bunlar güzel yurdumun akıl veren kişi ve kurumlarının neredeyse her gün önümüze temcit pilavı gibi sürdüğü şeyler. Bunların sözümona özel uzmanları falan da var, arada bunları bilirkişi olarak konuşturuyorlar ki işin tezgah kısmı anlaşılmasın. Ama ortada çok ciddi bir gerçek var. Markaların gücü günümüzde büyük bir tehdit altında. Hiçbir ticari marka bundan örneğin 20 yıl önce olduğu kadar rahat değil. Tüm markalar son 10-15 yıldır inanılmaz büyük bir hızla değer kaybediyorlar. Dün markası güçlü olduğu için satış yapabilen bir firma bugün aynı markayla sinek avlayabiliyor. Eğer markalı bir iş yapıyorsanız sorun birebir sizin için de aynı. “Markanızın gücünü nasıl koruyacaksınız ve eğer markanız gücünü, yani piyasa değerini yitirmeye başladıysa bunu bertaraf etmek için ne yapacaksınız?” İşte size birkaç haftadır “stratejik risk” diye anlattığım, bugünün en ciddi piyasa risklerinden bir diğeri de bu: Marka riski. Yani markanızın değerini hızla yitirmeye başlaması riski. Bu durumla karşı karşıya kaldığınızda ne yapacağınızı bilmek sizin için hayati öneme sahip. Bugün bu riski nasıl yönetebileceğinizi anlatacağım. Ama şunu daha en baştan bilin ki daha fazla reklam vererek kesinlikle değil.

Damdan düşenin halini, 
damdan düşen anlar
Bu konuyu da dilerseniz geçen hafta olduğu gibi çarpıcı bir hikâye ile anlatayım. Koreli Samsung markası, marka riski ve sağduyulu yönetimin bu riskin nasıl azaltılabileceğinin ve marka yatırım yöntemini değiştirerek riski tersine çevirmenin klasik bir örneğini oluşturur. Yıl 1997. Koreli elekt-ronik devi Samsung tüketicilerin zihninde ucuz televizyonlar, ucuz mikrodalga fırınlar ve ucuz video kaset oynatıcılarla ilişkilendirilen bir marka. Samsung “ucuz” anlamına geliyor. O yıllarda şirketin CEO’su olarak atanmış olan kişi Jong-Yong Yun. Yun, 1997’de Asya finansal krizinin Samsung üzerindeki etkilerini incelerken riskin çok büyük olduğunu görüyor. Samsung emtialaşma ve güçlü perakendeciler sebebiyle hızla çöküşe doğru gidiyordu. Ürünleri tamamen emtialaşmış ve diğer onlarca şirketçe yapılanlarla benzer. Dahası, marka zaten ucuz ürünleriyle tanınıyor. Yüksek fiyatlar beklemenin bir mantığı yok.
Bu ortamda Yun şöyle düşünmeye başlıyor: “Eğer ucuz ürünler satmaya devam edersek şirket imajımız çok daha zarar görecek; önümüzdeki 5 ila 10 yıl içinde geleceğimiz kesinlikle marka değerimize bağlı olacak.” Yun yenilik (innovasyon) ve pazara hızlı ulaşımın tüketici elektroniği sektöründe marka değeri yaratan en önemli olgular olduğunu görüyor ki biliyorsunuz bu pazarda yeni ürünlerin değeri sadece aylarla ölçülür. Bu özelliklerin Samsung’un markasının mutlaka bir parçası olması gerekiyordu. Müşterileri sadece akıllı reklam kampanyalarıyla ikna etmek pek mümkün görünmüyordu. Samsung’un iş modelinin de değişmesi lazımdı. 

İŞİN BAŞI YENİLİK 
Yun’un liderliğinde şirket Ar-Ge’ye müthiş para dökmeye başladı. Samsung, rakipleri Panasonic ve Sony’den daha hızlı biçimde yeni cep telefonları, televizyonlar, müzik çalarlar üretmeye başladı. Bunun doğrudan sonucu olarak Samsung teknolojide takipçi değil lider olmayı başardı. Örneğin devlete bağlı bir araştırma enstitüsü yardımıyla normal cep sistemlerinden 8 kat hızlı ve de daha ucuz olan kablosuz teknoloji WiBro’yu üretti. 2006 sonunda Kore WiBro’yu standart olarak kabul eden ilk ülke konumundaydı. 
Samsung, mühendisler ve tasarımcılar arasındaki güç dengesini tasarımcılar lehine değiştirmek için de ilk adımları o yıllarda attı. Pasadena’daki (Kaliforniya) Art Center College of Design’da (Tasarım Üniversitesi) Samsung tasarımcıları, pazarlamacıları ve mühendisleri en son dizayn teknolojileri konusunda eğitim almaya başladılar. Şirket, her önemli pazarda dizayn merkezleri açarak yerel müşteri eğilimlerini yakından takip etmeyi denedi. Örneğin Samsung Seul, San Francisco, Londra, Tokyo, Los Angeles ve Çin’de cep telefonu tasarımı yapacak stüdyolar açtı.
Şirket aynı zamanda çalışanlarına ve dışarıdaki yatırımcılarına ürün kalitesine bağlılığını anlatacak adımlar atmaya devam etti. Mesela Samsung marka kablosuz telefonlar hakkında şikâyetler artınca, 50 milyon dolar değerindeki bütün telefonlar fabrika avlusuna döküldü. Sonra, başlarına “Önce Kalite” yazılı bandanalar giyen işçiler, telefonları parçaladılar ve yaktılar. Bir tanığa göre “İş daha bitmeden çalışanlar ağlamaya başlamışlardı.” Şok edici bir andı, ama unutulmaz ve vurucu bir mesajı içeriyordu.


İş modelini de yenilemek şart
Samsung’un CEO’su Yun’un kaliteye bağlılığı, Ar-Ge’ye ısrarlı yatırımları ve ileri bakan tasarım programları Samsung markasının ayakta kalma şansını hızla arttırmaya başladı. Bu değişimleri gerçekleştirmek yeterince zorken, Yun bir de iş modeline el atmaya karar verdi. Bu konuda bayağı can yakan kararlar alındı. Samsung’daki yön değişikliği önceden öngörülemeyen maliyetler yaratmıştı. Örneğin Yun, yüksek kaliteli ürünlere yöneleceğini açıkladıktan sonra şirket eski ve “ucuz” televizyonları artık üretmeyeceğini açıkladı. Eski televizyonları, yeni ve pahalı dijital modeller çıkmadan Avrupa pazarından çekti! “Te-levizyonlar Samsung’un yüzüdür” diyordu Yun. Aylarca gelebilecek kolay gelirleri göz ardı eden bu yaklaşım, içeride ve dışarıda güçlü sinyaller verdi. Yun, yeni bir imaj yaratmada bu hamlenin önemli olduğuna inanıyordu ve uzun vadede çok daha fazla kâr getireceğini biliyordu. 
İş modelini değiştirme konusunda belki de en çetin karar 2000’de verildi. Yun, yaratmakta olduğu markanın Wal-Mart mağazalarında satılmasının yanlış olduğunu düşünüyordu. Ve Samsung, ürünlerini dünyanın en güçlü perakendecisi olan Wal-Mart’tan çekti. Buna karşılık ağırlığı Best Buy gibi mağazalara verdi. Samsung, iş modelini riskten korumak için de birçok hamle yaptı. Fabrika esnekliğine, yani aynı yerde birçok farklı ürünün üretilmesine odaklandı. Teknolojide geri kalmanın önüne geçilebilmek için en ciddi rakibi olan Sony ile geniş kapsamlı bir teknoloji paylaşma anlaşması yapıldı. Öte yandan ürün geliştirme çabalarının yerini bulup bulmadığını anlamak için durmaksızın piyasa testleri gerçekleştirildi.


Marka riski altın üçgen ile yönetilir
Bu sayfada tekrar tekrar vurguluyorum: Bugünün dünyasında marka yönetimi, altın üçgen olarak tanımladığımız üç ayaklı sistematik bir yönetimi gerekli kılıyor. Üç ayaklı ve ayaklardan üçü de bir arada. Öyle sadece reklamı arttırmakla ne marka yönetilebilir ne de marka riski.
Samsung’un marka riskini başarıyla yönetmesi öyküsü de esasen altın üçgenin üç unsurunu birden ele alıp bunlar hakkında çok akıllı stratejiler geliştirmesinin öyküsü. İşte, şirkette hedefe yönelik ve saldırgan marka mesajı çabaları -Altın Üçgen’in üçüncü ve son unsuru- marka ve iş modeli hamlelerine yön verdi. Samsung markalaşma ve pazarlama bütçesini yılda 3 milyar dolara çıkardı. New Line Cinema ile iki yıllık ürün yerleştirme anlaşması imzaladı ve Olimpiyat Oyunları’nın ortağı oldu. Samsung ürünleri Matrix serisi filmlerinde göründü ve Vogue, Style.com gibi elit moda mecralarında yer aldı. Yalnız dikkat edin, bu marka mesajı çabaları ürün ve iş modelindeki değişimler olmasa yeteri kadar etkili olamayacaktı. Bugün yeni marka imajı, yeni ürünler ve farklı iş modeliyle Samsung, Sony’nin tüketici elektroniği pazarındaki liderliğini zorluyor. Bu çabalar sayesinde 2000’den 2004’e Samsung’un satışları iki katına, 27 milyar dolardan 55 milyara çıktı. Bugün Samsung dünyanın ABD dışındaki en değerli teknoloji şirketi. 
Marka değeri de aynı çıkışı yaşadı ve Samsung en büyük rakibine fark attı. Bugün Sony markasının değeri 11.4 milyar dolarken, Samsung’un marka değeri 19.5 milyar dolar. (Kaynak: Interbrand 2010) Dünün ‘ucuz’ diye bilinen markası Samsung, bugün dünyanın en değerli 20 markasından biri. Dahası Samsung artık bir zamanlar Sony tarafından sahip olunan yüksek fiyata da sahip durumda. Bu nasıl başarıldı? Marka masalı anlatarak değil. Alın teriyle, bilimsellikle ve meseleye reklam değil “altın üçgen” felsefesiyle yaklaşmak suretiyle.


Olmayacak yeni marka imajlarından kaçının!
Samsung, bu süreçte yapılacak şu en hayati hatayı da yapmamak suretiyle marka riskini çok başarılı bir şekilde yönetti: Markanı, mevcut algısından çok ama çok farklı bir şekilde yeniden konumlamak. Şirket, 1990’lı yıllarda piyasada kendi markası hakkında var olan mevcut algıları baz alıp, bu algıların üstüne yepyeni ve çok daha güçlü bir marka imajı inşa etti. Bunu yaparken de tamamen ve tamamen altın üçgeni temel olarak kabul etti.
Yun’un marka makyajına başladığı 1997’de Samsung dünyanın en büyük elektronik şirketlerinden biriydi ve üzerine ekleme yapılacak olumlu özellikler taşıyordu. Evet, Samsung ‘ucuz’ demekti. Ama aynı zamanda ‘erişilebilir’, ‘güvenilir’, ‘kanıtlanmış teknoloji’ de demekti. Bir müşteri basit ama sağlam bir Samsung televizyon, VCR veya pilav pişiricisi aldığında bu olumlu özellikler güçleniyordu. Samsung’un bilinir imajını tamamen terk etmesi komik ve hayli riskli olurdu- örneğin, kendisini pahalı, aşırı sofistike, kişiselleştirilmiş bir marka haline getirmeye çalışması gibi. Bunun yerine Yun ve ekibi bilinen olumlu özelliklerin üzerine yenilerini ekledi. Bunlar mevcuda ters düşen değil, yeni özelliklerdi. Samsung ürünleri hâlâ erişilebilir ve güvenilir. Ama artık aynı zamanda zekice tasarlanmış, çok amaçlı, tarz sahibi ve son teknolojiyle üretiliyor- eskisi gibi ucuz haliyle değil.


Prof. Dr. Arman KIRIM 
ak@tg.com.tr
29 Aralık 2010 Çarşamba

27 Ara 2010

Karınca ile Aslan ....(Yola çıktıklarını yolda değişirsen...........geriye ne kalır?)





Bir Fabl: Karınca ile Aslan ....
 
Küçük bir Karınca her sabah erkenden işine gelir ve neşe içinde çalışmaya başlardı…..
Çok çalışır… Çok üretir... Ve bunları keyif içinde yapardı.
 
Patronu Aslan, Karınca’nın başında yöneticisi olmadan kendiliğinden bu kadar hevesle çalışmasına çok şaşırırdı. Bir gün karı ve verimliliği arttırmak için aklına parlak bir fikir geldi. Eğer Karınca, başında bir yönetici bile olmadan bu kadar üretken olabiliyorsa, bir de başarılı bir yöneticisi olsa neler yapardı.
 
Bunun üzerine, müthiş bir yöneticilik kariyeri olan ve yazdığı raporlarla ünlü Hamamböceği’ni işe aldı. Hamamböceği işe öncelikle bir saat alarak başladı. Böylece Karınca’nın çalıştığı saatleri tam olarak ölçebilecekti. İş saatlerinde gevşekliğe müsaade etmeyecekti. Elbette raporlarını düzenleyecek bir sekretere de ihtiyacı olacaktı. Bu nedenle hem telefon trafiğini yönetmek ve hem de arşiv işleri için Örümcek’i işe aldı.
Aslan, gelişmelerden çok memnundu. Hamamböceği’nin hazırladığı raporlar gerçekten harikaydı. Hatta ondan üretim hızını ölçen ve karlılığı analiz eden renkli grafikler de hazırlamasını istedi. Böylece bu raporları ortaklarına sunum yaparken kullanabilecekti.
 
Hamamböceği, bu raporları üretebilmek için yeni bir bilgisayara ve donanıma ihtiyaç duydu. Artık artan ekipmanlar için de artık bir bilgi işlem departmanı oluşturmanın zamanı gelmişti. Bu işleri idare etmek için Sinek’i işe aldı.
 
Bir zamanlar mutlu, üretken ve rahat olan Karınca bu yeni toplantı düzeninden ve evrak işlerinden yılmıştı. Zamanın büyük bir kısmını sorulan soruları cevaplamak ve evrak işleri yapmakla geçiyordu.
Aslan, Karınca’nın bölümünün giderek büyümesinden memnundu. Bölümü daha da büyütmek üzere bir üstyöneticiye ihtiyaç olduğunu düşündü. Ve bölüm başkanı olarak başarıları ile ünlü Ağustosböceği’ni işe aldı.
Kendi rahatına ve keyfine düşkün Ağustosböceği’nin ilk icraatı ofisi rahat edebileceği yeni mobilyalarla döşemek oldu. Tabi ki kendisinin yeni bir bilgisayara, bütçe kontrol ve stratejik verimlilik planı hazırlanması için kişisel bir yardımcıya ihtiyacı vardı. Bunun üzerine eski işyerindeki yardımcısını işe aldı.
 
Karınca’nın çalıştığı yer giderek kimsenin gülmediği, neşesiz ve mutsuz bir mekana dönüşmüştü. Ağustosböceği, patronu Aslan’ı ortamın ruh halini değiştirecek bir çalışma yapılması gerektiğine ikna etti.
Bunu üzerine, Karınca’nın bölümünde olup bitenleri gözden geçiren Aslan, üretimin ve karlılığın dramatik bir şekilde düştüğünü farketti. Hemen, son derece itibarlı ve iyi tanınmış bir Danışman olan Baykuş’u sorunu çözmesi için işe aldı.
 
Baykuş, Karınca’nın departmanında 3 ay geçirdi. Bu hummalı çalışmanın ardından ciltlerce süren muhteşem bir rapor yazdı.
Raporun sonucu şuydu: “Departmanda aşırı istihdam vardı”.
 
Aslan, raporu inceledikten sonra dramatik bir karar verdi.
Ve, elbette, ilk olarak negatif tavırlarıyla dikkat çeken, mutsuz ve çalışma isteğini kaybetmiş olan Karınca’yı işten çıkardı.
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


14 Ara 2010

Deneyimsel Tasarım / Practitioner Eğitimi - 5 yıl önce bende önemli bir ufuk kazandıran bu programı öneriyorum.





Merhaba,

 
5 hafta sonu (10 gün) sürecek olan Deneyimsel Tasarım / Practitioner Eğitimiyle ilgili bilgiler aşağıdadır.

Eğitim Tarihleri08 -09 Ocak 2011 / Cts-Pazar la başlayan hafta sonu ve

 05-06 Şubat 2011  / Cts Pazar la biten hafta sonuna kadar devam ediyor.

 

Eğitim Saatleri;    10:00- 17:00 arasındadır.

 

Eğitimin Yeri;     Hayat Kahvesi Eğitim Salonu

İcadiye Cad. No: 67 (89)

Kuzguncuk, Turkey

 

Eğitimin içeriği ekteki prac-brs dökümanındadır.



Bu eğitim ile kazanabilecekleriniz konusunda en iyi fikri, size eğitim almış diğer arkadaşlar verecektir.


Özellikle tavsiye ederim. Çevrenizde ihtiyacı olanlara da iletebilirsiniz.

 

Ayrıca, 8-9 Ocak, yani eğitimin ilk haftasına katılanlar Diploma Eğitimi almış olacaklardır.


Çevrenizde, henüz eğitim almamış, ancak 2 günlük eğitime katılmak isteyebileceklere de iletebilirsiniz.


Bununla ilgili bilgi, diploma-brs dökümanındadır.

 

*Her iki eğitim için de 05 Ocak  Çarşamba akşamına kadar kayıt yaptırmak gerekmektedir.
E-mail ya da cep telefonu aracılığı ile bana ulaşabilirsiniz.

 

 

Selamlar,

Eray Sakin (0532 367 31 63)



7 Ara 2010

Bir vazgeçişi anlamlı kılacak birden çok şey olmalıdır insan hayatında......


Yapacağın bir şey yoksa duracağın yeri bil” felsefesinden yola çıkarsak,vazgeçmenin de bir erdem olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.Vazgeçmeyi bir yenilgi olarak görmemek lazım.Bu noktada,”insan vazgeçebildiği şeylerin karşısında güçlü durur” önermesini hatırlatmakta fayda var.

 

Vazgeçmedeki gücünüzü kıracak pişmanlıklar bekler pusuda her daim.Dirençli bir duruş sergilemek gerekiyor o yüzden.Pişman olacaksan vazgeçmeyeceksin,vazgeçmişsen pişman olmayacaksın.

 

Ahmet Atlan” zamanında vazgeçebilen biri yeniden kazanabilir belki ama vazgeçmekte geç kalan birinin hiç kazanma şansı yok” diyor….

 

Bir  vazgeçişi anlamlı kılacak birden çok şey olmalıdır insan hayatında.Yoksa vazgeçmeleriniz de vazgeçmekten vazgeçer.Öyle kalakalırsınız bir boşlukta.Sanki dövüşmeden dayak yemiş gibisiniz gibi…..sanki kendi cevapsızlığımızda yüzleşip,kendimizi sorgulamayı unutmuşsunuz gibi…bir nedenler silsilesi ve karşılığını bulan sorular olmalı vazgeçmenin aritmetiğinde….vazgeçilene bırakılan sorgular sizi özgür yapmaz.Bırakmaz peşinizi ona yüklediğinizi sandıklarınız.

 

Özgürlük dediğiniz şey,”hiçbir şeyin” size sunduğu boşluk olur o vakit.Bu yüzden kuvvetli olmalıdır vazgeçmenin argümanları.Yaralamadan,yıkmadan vazgeçmeyi ve günü geldiğinde gülümsemeler ve affetmelerle geri dönebilmeyi bilmeli insan.Ağlamayacak kadar vazgeçebilmek,gülümseyerek geri dönebilmenin sırrıdır.

 

“Merak ediyorsan eğer,Giderken ölümüme bıraktığın yalnızlık,Kendisiyle yaşamayı öğretti bana.Uslanmış değilim yani,Islanmış olsam da gözyaşımdan…..

 

Kahraman Tazeoğlu


5 Ara 2010

KİŞİLER ARASINDA UYUM

UYUM İÇİN ÖNCELİKLİ ŞART
 
Öncelikle ve özellikle, insanlar arasındaki uyum konusunda şu husus olmaza olmaz derecede önemlidir:
 
BİRLİKTE OLMAYI İSTEYEN KİŞİLER, ÖNCELİKLE BİRBİRİYLE UYUM SAĞLAMAYI İSTEMELİ, BUNU GÖNÜLDEN ARZU ETMELİ ve KENDİ KARAKTERLERİNDEN FEDAKÂRLIK YAPMAYI GÖZE ALMALIDIR. 
 
Birlikte yaşayabilmek bir sanattır. Birlikte yaşamayı düşünen insanlar yalnızca karşısındaki kişiden fedakârlık bekler, kendi hatalı kişilik özelliklerini denetlemek ve düzeltmek yerine, birlikte yaşayacağı kişinin karakterini değiştirmeye kalkarsa, en fazla uyum sağlayacağı düşünülen grup veya burç insanları bile birbirleriyle çatışırlar.
 
Önemli olan, birlikte yaşanılacak insanın farklı anne-babadan doğduğunu, farklı bir eğitimden geçtiğini, farklı yaratılış özellikleri taşıdığını bilmek, bu olguyu kabul etmek, ilişkileri buna göre düzenleyebilmektir; ancak bu tavır ve anlayış her iki tarafta da bulunmalıdır, aksi halde yalnızca bir tarafın fedakârlığı uyum değil, efendi köle ilişkisi doğuracaktır.
 
YAN ETKİLER
 
İlk olarak, iki insan arasındaki uyumu, bu kişilerin burçları kadar, belki asıl burçlarından daha çok yükselen burçları belirlemektedir. Zira burç kişinin ancak çok yakın olduğu insanlara açtığı iç dünyası iken, yükselen burç karşısındaki kişiye veya topluma karşı takındığı maske durumundadır. Ayrıca iç dünyasını açtığı yakın dostlara karşı bile zaman zaman maskesini takarak tavır geliştirebilmektedir.
 
Örneğin, birbiriyle çok iyi anlaşabilecek İkizler ve Terazi insanlarından birinin yükseleni Boğa ve diğerinin yükseleni Akrepse, küçük bir problem nedeniyle bile çatışma kaçınılmaz olacaktır.
 
İkinci olarak tam bir uyumun sağlanabilmesi için doğum yıllarının da birbiriyle çatışan özellikler göstermemesi gerekir.
 
Bu nedenle diyoruz ki, arkadaşlık ve evlilik bir sanattır. Hiçbir zaman tam bir uyum ve tam bir mutluluk mümkün değildir.
 
Ancak yine de dostluk veya evlilik birliği kuracak olan kişilerin birbiriyle uyumunda özellikle burçları ve yükselen burçları önem taşımaktadır.
 
Uyarması bizden.
 
 
AYNI BURÇ İNSANLARI
 
AYNI BURÇ İNSANLARININ KENDİ ARALARINDA UYUMLARI ÇOK ZORDUR. Örneğin Koçun Koçla, Aslanın Aslanla, İkizlerin İkizlerle, Balığın Balıkla birlikteliğinde kişi sürekli kendisini aynanın karşısındaymış gibi algılayacak, ilk zamanlarda bu kendisine zevk verse de, zamanla bu durum usanç verici, sinirlendirici bir hal alacaktır.
 
Kişinin kendisinde gördüğü, özeleştiriye tabi tuttuğu ve kabullenmek zorunda kaldığı bazı hatalı davranışları ve nitelikleri; sürekli birlikte olduğu kişide görmeye katlanamayacak, kendisinde var olduğunu bildiği özellikleri karşısındaki kişide abartılı bir biçimde algılayacak ve çatışma kaçınılmaz olacaktır. Zira mıknatısların aynı adlı kutupları birbirini iter.
 
Aynı burcun mensubu olan insanlar her nasılsa bir birliktelik oluşturmuşsa, hatalı yanlarını yeniden gözden geçirmeli, bunları birlikte düzeltmeye çalışmalıdır. Böyle bir birliktelik arkadaşlık ilişkisinde çekilebilir ama evlilik ve iş hayatında olumsuz sonuçlar doğuracaktır.
 
KARŞIT BURÇ İNSANLARI
 
KARŞIT BURÇLARA MENSUP İNSANLAR ARASINDA UYUMLU BİR BİRLİKTELİK MÜMKÜN DEĞİLDİR. Koçla Terazi, Boğa ile Akrep, İkizlerle Yay, Yengeçle Oğlak, Aslanla Kova, Başakla Balık, birbirlerinin karşıt burcudur. Mıknatısların karşıt kutuplarının birbirini çekmesi gibi, karşıt burçlara mensup insanlarda da birbirine karşı hayranlık uyandıran manyetik bir çekim gücü vardır, fakat birbirini yok etmek pahasına.
 
Yıldırım aşkları denilen şey, büyük ihtimalle karşıt burçlar arasında doğar. Ancak karşıt burç insanları tarafından kurulan evlilik dahil birlikteliklerde münakaşalar, kavgalar, iğneleyici eleştiriler eksik olmaz. İnsanlar, yaratılışları gereği az çok bağımsız olmayı, kişiliklerini muhafaza etmeyi isterler. Karşıt burç insanlarının birlikteliğinde ise birliktelik değil birlik vardır. Bu da tarafları içten içe düşmanlığa iter.
 
Onlardan “Ayrılmaktan başka çare yok” sözünü çokça duyarsınız ama ayrılamaz, birbirlerini yiyerek ömürlerini tüketirler.
 
ATEŞLER
 
Aynı burç insanıyla olmamak şartıyla ATEŞ ATEŞLE UYUM SAĞLAR. Zira ateşle ateşin birleşmesi duyguların daha da yoğunlaşmasına sebep olur. Ancak ateşler kendilerini kontrol edemezlerse birbirlerini yakarlar ve bu diğerine zarar verir, zira ateşin ateşte yanması, bir başka nesnenin ateşte yanmasından daha acı vericidir.
 
Agresif özelliklerin kontrolü sağlanabilirse ve birbirlerini yönetme arzusu birlikte karar vermeye ve paylaşmaya dönüştürülebilirse, ateş grubu (KOÇ, ASLAN, YAY) insanları arkadaşlıkta, aşk ve evlilik hayatlarında uyumlu bir beraberlik gerçekleştirebilirler.
 
Ancak iş ortaklığında mali yönden dikkatli olmaları gerekir, zira paranın hesabını düşünmezler, şirketin muhasebesini ya toprak grubu insanına, ya da Yengeç insanına teslim etmeleri gerekir. 
 
ATEŞ HAVA BERABERLİĞİ
 
Karşıt burç insanıyla olmamak şartıyla ATEŞ HAVAYLA DA UYUM SAĞLAR. Zira ateş havayı ısıtır, havanın duygularının yoğunlaşmasına ve coşmasına sebep olur. Ancak yine ateş kendisini kontrol edemezse havanın fazla ısınmasına ve uçup gitmesine sebep olabilir. Ateş insanları (KOÇ, ASLAN, YAY) agresifliğini ve hükmetme dürtüsünü kontrol altında tutabilirse hava grubu insanlarıyla aşk ve evlilik hayatlarında uyumlu bir beraberlik gerçekleştirebilirler.
 
Hava da ateşi körükler, canlandırır, ateşin duygularının coşmasına sebep olur. Birlikte maceralara atılabilir, risklere girebilirler. Ancak, hava grubu (İKİZLER, TERAZİ, KOVA) insanlarında özgürlük düşüncesi tutku halinde bulunduğundan, ayrıca kabalığa karşı asabi gerginlik hali taşıdıklarından, ateş insanlarının agresif tutumu ve yönetme arzusunda direnmesi, aradaki uyumun bozulmasına sebep olur. Ancak iş ortaklığında mali yönden dikkatli olmaları gerekir, zira paranın hesabını düşünmezler. Şirketin muhasebesini ya toprak grubu insanına, ya da Yengeç insanına teslim etmeleri gerekir.
 
ATEŞ TOPRAK BERABERLİĞİ
 
ATEŞ (KOÇ, ASLAN, YAY) TOPRAK (BOĞA, BAŞAK, OĞLAK) İLE UYUM SAĞLAYAMAZ. Zira ateş toprağı yakar, üzerinde bitki yeşeremez hale getirir. Toprak da ateşi sınırlar veya onu kaplayıp söndürür. 
 
Her iki grubun da yönetme ihtirası anlaşmayı zorlaştırabileceği gibi, ateşin macera tutkusu, yenilikçiliği, hareketliliği ve özgürlüğünden vazgeçememesi ile; toprağın riskten uzak durması, muhafazakarlığı, sabit fikirliliği, maddeye aşırı bağlılığı, yerinden oynamaması ve başkalarının özgürlüğünü kısıtlamaya yönelik tavrı karşılaştığında çatışma kaçınılmaz hale gelir.
 
En iyisi birbirlerinden uzak durmalarıdır.
 
ATEŞ SU BERABERLİĞİ
 
ATEŞ (KOÇ, ASLAN, YAY) SU (YENGEÇ, AKREP, BALIK) İLE DE UYUM SAĞLAYAMAZ. Zira su ateşi söndürür ve ateş de suyu ısıtıp buharlaştırır.
 
Ateş insanıyla su insanının birlikteliği, hareketle durgunluğun, akılla hayalin, çoğu yüzeysel düşünceler ile derin duyguların, kabalıkla duygusallığın, ateşlilikle sululuğun, saldırganlıkla geri çekilmenin, dışadönüklükle içe dönüklüğün, maceraperestlikle ihtiyatlılık ve çekingenliğin bir araya gelmesi gibidir. Bu unsurların niteliği itibariyle ateşle suyun birleşerek bütünleşmesi ve birbirini tamamlaması da mümkün değildir.
 
Ayrıca ateş insanı, su insanında gördüğü hataları nasıl düzeltebileceğini ve kendisini nasıl güçlü hale getirebileceğini hiç bir merasime gerek duymaksızın dobra bir şekilde anlatmaya çalışır. Su insanı ise bu hareketi kişiliğini değiştirmeye yönelik bir saldırı olarak algılar ve çevresini saran ateşi söndürmek için eyleme geçer. Böylece çatışma başlar.
 
Her nasılsa bir araya gelmişlerse önerilebilecek şey şudur : Ateş insanı, yakıcı özelliğini (değiştirme tutkusunu, buharlaştırma arzusunu, yönetme hırsını) kontrol altına alabilir; su insanları da yüreklerindeki soğukluğu ateşle ısıtabilmeyi öğrenebilirse ve birlikteliğin ilk fırtınalı dönemi kazasız belasız atlatılabilirse, ikisi arasında uyumlu bir beraberlik oluşabilir.
 
TOPRAKLAR
 
Aynı burç insanıyla olmamak şartıyla TOPRAK (BOĞA, BAŞAK, OĞLAK) TOPRAKLA UYUM SAĞLAR. Zira aralarında küçük farklar bulunsa da aynı özellikleri taşırlar, zevkleri ve gayeleri aynıdır, dolayısıyla birbirlerini kolay anlarlar.
 
Birlikte dünyayı fethedebilirler, ancak biraz da insani yönlerini öne çıkarmaya çalışmaları, yeryüzünde kendilerinden başka insanların da yaşadığını unutmamaları gerekir; aksi halde çocuklarına kötü örnek oluşturur, dost bulmakta da zorluk çekerler.
 
Ancak dünyayı birlikte fethetmek yerine kendi adlarına fethetmek arzusuna kapılırlarsa (ki böyle bir açmazları vardır), aralarındaki uyum inatla sürdürülen bir savaşa dönüşebilir.
 
TOPRAK HAVA BİRLİKTELİĞİ
 
TOPRAK HAVAYLA UYUM SAĞLAYAMAZ. Zira toprak yerinde sabitken hava bir yerde durmayı, bir yere bağlanmayı sevmez. Havanın değişken ve yeni fikirlere açık olmasına karşılık, toprak muhafazakar ve sabit fikirlidir. Toprağın maddeye bağımlılığına karşılık hava gezmeye, eğlenmeye, maceraya meyillidir. Toprak planlı bir hayat, düzen ve disiplin isterken, hava günlük yaşamayı, özgür davranmayı tercih edecektir.
 
Bu nedenle iki grup birbirini çileden çıkarabilir.
 
TOPRAK SU BİRLİKTELİĞİ
 
Karşıt burç insanıyla olmamak şartıyla TOPRAK SU İLE DE UYUM SAĞLAYABİLİR. ANCAK BU BİRLİKTELİK ÇELİŞKİLERİ DE BERABERİNDE TAŞIR. Su toprağa hayat verir, onu verimli kılar, hayalleriyle toprağı bereketlendirebilir. Ancak toprak aşırı verimlilik talepleriyle suyu bulandırabilir, duru hayallerini maddeyle doldurarak suyun kişiliğini bozabilir. Su da duygu ve hayal yoğunluğuyla sele dönüşürse toprağı aşındıracak, erozyona uğratacaktır.
 
Ancak toprak insanı aşırı madde bağımlılığını, ihtiraslarını kontrol altına alır, su insanı da duygularını denetleyebilirse, uyumlu bir beraberlik oluşturabilirler. Uyum için öncelikle bu iki unsurun birbirlerini bütünlediklerini, birbirlerine ihtiyaçları olduğunu öğrenmeleri gerekir. Zira susuz toprak çatlar, toz haline gelir ve uçup kaybolur; topraksız su da mekansız kalır, boşluğa düşer.
 
Su toprağın içine siner, ruhunun derinliklerine girer ve onu anlamaya çalışır; toprak da su ile yumuşamayı, katılığını verimliliğe dönüştürmeyi öğrenebilirse uyumlu bir beraberlik oluşmaması için herhangi bir neden kalmaz.
 
HAVALAR
 
Aynı burç insanıyla olmamak şartıyla HAVA HAVAYLA UYUM SAĞLAR. Zira benzer özellikleri farklılıklarından daha fazladır. Kolay iletişim sağlamaları, dostlara ve dostluklara önem vermeleri, kendilerinden önce karşısındakini düşünmeleri, toplum insanı olmaları, aynı zamanda –Kova insanı hariç- duygusal derinlik taşımaları, birbirlerini anlamalarına yardımcı olacaktır.
 
Birlikte risklere girebilir, maceralara atılabilir, birbirlerini sahiplenmeden dostluklarını devam ettirebilir, yaratıcı düş güçleriyle değişik atmosferler oluşturarak birbirlerini sıkmadan uyumlu bir hayat yaşayabilirler.
 
Ancak iş ortaklıklarında mali işlerini toprak grubu insanlarına veya Yengeç-insanına bırakmalıdırlar. Çünkü paranın hesabını bilmez, yarını düşünmezler.
 
HAVA SU BİRLİKTELİĞİ
 
HAVA SU İLE KISMEN UYUM SAĞLAYABİLİR. Birbirleriyle benzer özellikler taşıdıklarından uyumları kolay olabileceği gibi, kendilerinde olmasını kabul edemedikleri hatalı yönleri birbirlerinde görerek uzaklaşabilirler de; ilk fırtınalı dönemi atlatabilirlerse birbirleriyle yararlı bir ilişkiye girebilirler.
 
Genel bir ifadeyle hava da su da berraktır, saydamdır, göründükleri gibidirler, yabancı maddeler bulandırmadığı müddetçe bu saflıklarını korurlar. Yine her ikisi de değişkendir; bir anda hüzünden sevinçli hale, iyimserlikten karamsarlığa geçebilirler.
 
Her ne kadar bu birliktelik “havadan sudan” bir beraberlik gibi görünse de her iki grup da derin duyguların sahibidir. Birbirlerinin duygularını ve isteklerini anlamayı başarabilirlerse, birlikte fırtınalar, kasırgalar oluşturabilecekleri gibi, sakin ve derin bir bütünleşme de sağlayabilirler; yeter ki biraz kararlılık edinebilsinler.
 
Ancak ikizler insanının mantıksallığı ile balık insanının aşırı duygusallığı bir araya gelince çatışma kaçınılmaz olabilir.
 
SULAR
 
Aynı burç insanıyla olmamak şartıyla SU, SU İLE UYUM SAĞLAR. Bazen buz, bazen sıvı, bazen gaz haline gelseler de su-insanları birbirini anlayabilirler. Sık değişimleri de bir bakıma hayatı zevkli hale getirebilir. Yeter ki yumuşak ve insancıl özelliklerini karşılarındakine yansıtabilsinler.
 

Yengeç-insanı aşırı sulu şakalarını denetler ve Akrep-insanı her hatalı hareketin intikamını alma arzusunu yenip hatayı affetmeyi öğrenebilirse, hoş bir arkadaşlık, uyumlu bir evlilik yaşamaları kolaylaşır.

 

http://www.hasankocabas.com.tr

29 Kas 2010

Grafoloji Uzmanı Melih Arat: El yazınız sizi ele veriyor

 Türkiye gündemi yine çok yoğun ve hararetli. Peki, her gün yazılı ve görsel basında yer alan haberlerin aksine; başarıyı, pozitif düşünceyi ve el yazısıyla karakter tahlilini öğrenmek ister misiniz? Gündemden biraz uzaklaşarak kendinizi tanımaya ne dersiniz? Bu konularda merak edilen tüm soruları kişisel gelişim ve grafoloji uzmanı Melih Arat'a sorduk. Arat'ın Nesil Yayınları'ndan çıkan 'Pozitif' isimli kitabı ile başlayan sohbetimiz,  Türkiye'de yayınlanan kişisel gelişim kitapları ve el yazısı ile karakter analizi konusunda son buldu. Bizi Kadıköy'deki ofisinde ağırlayan Melih Arat, günlük hayatta herkesin işini kolaylaştıracak pratik çözümler sundu.

 

 

Niçin pozitif düşüncenin kitabını yazdınız?

Ortaya bir delil koymak istedim. Bu kitap 'Pozitif olun.' demiyor. Hatta kitapta pozitif kelimesi bile geçmiyor, denilebilir. Burada asıl anlatmak istediğim şey; bakın bu insanlar, farklı bakış açılarıyla böyle değerlendirmeler yapıyorlar ve bu sonuçları alıyorlar. Sizde farklı bakış açılarını yakalayın. Kitabın başında pozitif düşünen insanlar ile negatif düşünen insanların karşılaştırmaları vardı. Olumsuz düşünce olmasın diye bunları bile attım.

Olumlu düşünce insana ne katar?

Çok zeki ve yetenekli olabilirsiniz. Ama sizin çalışıp çalışmayacağınızı belirleyen faktör olumlu bir yapıda olup olmamanızdır. Türkiye'de ve dünyada çok çok zeki olan ama bir şey yapamayan insanlar var. Eğer çalışırlarsa çok iyi işler yapacaklar, başarılı olacaklar ama yapmıyorlar. Hayatın olumlu yönlerini göremiyorlar. Bunun yanında bir bakıyorsunuz başka birisinin sınırlı zekâsı var. Ama sürekli üretiyor, bir şeylerle uğraşıyor ve pozitif düşünüyor. Bir hedefi bir amacı var.

Çalışıp para kazanmakla mutlu olmak arasında nasıl bir bağlantı var?

Üretmek ve çalışmak önemli bir iştir. Ama ikili ilişkiler daha da önemli. Siz tek başınıza evde yün kazak üretip satarsınız. Ama eşinizle birbirinize giriyorsanız ve huzurunuz yoksa para kazanmakla mutlu olamazsanız. Demek ki sizin ilişkilerinizde de pozitif olmanız ve bu duruşu hayatınızın her alanına uygulamanız gerekiyor.  

POZİTİF DÜŞÜNCE BİR ALIŞKANLIKTIR

İnsanın bir günü diğer gününü tutmuyor. İyi ve kötü olmak üzere her türlü ruh halini yaşıyor. Böyle bir durumda her zaman nasıl pozitif olunabilir?

Alıştırma yapmak gerekiyor.

Ne gibi alıştırma…

Mesela sıkılıkla duyduğumuz 'Nasılsın.' sorusu var. Bu soruya ya 'İyiyim.' ya da 'Fena değil.' diyorsunuz. Ya da siz karşınızdakine soru soruyorsunuz. Bu selamlaşmayı sadece 'İyiyim.' deyip geçiştirmeyeceksiniz.

Ne yapalım?

'Nasılsın.' sorusunu size kim sorarsa sorsun ufak bir hikâye anlatacaksınız. Mümkünse bu hikâye düşündürücü, pozitif ve eğlenceli olsun. Böylelikle karşınızdaki kişi ile bir şeyler paylaşmış olursunuz. Pozitif düşünmekte böyle bir şey. Bir alışkanlık meselesi. Hep olumlu düşünmeye kendinizi zorlayacaksınız. Sürekli alıştırma yapacaksınız.

İnsanlar alışkanlıklarını kolay değiştirmek istemiyorlar. Siz seminerlerinizde değişimi yakalamak için nasıl çalışmalar yapıyorsunuz?

Bizim seminerlerimiz 12, 24 veya 36 hafta sürüyor. Çünkü insan kolay değişmiyor. Gerçek değişim süreç içinde ortaya çıkar. Biri size söylediği için değişmezsiniz. Sizin değişimi istemeniz lazım. Ben ödev veriyorum 'Bunu bunu yapın.' diye. Esas olan 2 saatlik seminer paylaşımı değil. 6 gün 24 saat üzerinde yapılan uygulama. Sonraki seminerde soruyorum: Eşinle ne yaptın, oğluna kızdın mı, arkadaşına nasıl davrandın, sorunlu müşterinle ilişkilerini düzetmek için bir çaba gösterdin mi?  Çünkü esas olan uygulama.

SORUNLAR ALLAH'TAN GELEN HEDİYE

Yaşadığı tüm zorluklara rağmen hayatın olumlu yönünü gören insan profili çizdiniz. İslam'da da kulluk bilinci içinde olan kâmil insan kavramı var. Kişi tüm zorluklara sabreder, şükreder ve Allah'tan geldiğini bilir. Sizin anlattığınız pozitif düşünce bunun neresinde?

Şükretmek bir seçim işidir. Dolayısıyla kâmil insan ve şükreden insanda pozitif bir seçim yapan insandır. Seçenekler içinde olumlu olanları seçer. Ümitleri olanlar bir şeylerin daha iyi olduğuna inanan insanlardır.

İnsanlara başarıyı ve pozitif düşünceyi nasıl anlatıyorsunuz?

Sorunları tanımlarken onların bir hediye olduğunu anlatıyorum. Allah'ta sevdiği kuluna çok hediye verir. Sorunlar bizi geliştirir, diyorum. Birde severek kullandığım bir başka örnek ise fırın kavramıdır. İnsanlar başına gelen olaylardan sürekli şikâyet ediyorlar. Fırında da yemeğin pişmesi için dört taraftan ateş yanıyor. Ama o fırın yemeği pişiriyor, yenecek kıvama getiriyor.

Sorunlarda insanı pişiriyor ve kâmil insan yapıyor.

Hiç sorun yaşamayan kişi oturmasını, kalkmasını bilmez. Sabretmesini bilmez. Düşünmesini bilmez. Ama bu şekilde yaşam lezzetli oluyor. İyinin kötünün değeri olur.

BAŞARI, İNSANIN DOĞRU KARAR VERMESİDİR

Başarı nedir?

Başarılı olmanın ne olduğunu tam olarak tarif edebilmiş bir kişisel gelişim kitabı yok. Başarı herhangi bir durumda gerekli olanı yapmaktır. Bazen başarılı olmak savaş ortamında insanlara faydalı olmak için tüm mal varlığını satmaktır. Bazen de tüm herkese yararlı olabilecek bir ilacı bulmak için bir laboratuarda 3 yıl çalışmaktır. Ya da anneniz çok hastadır. Ona sizden başka bakacak kimsesi yoktur. Sizinde ona bakmanızdır. Şartlar ne gerektiriyorsa ona göre hareket etmektir. Herkesin kendi koşulları içinde gerekli olanı yapmasıdır.

TELEVİZYONU TAMAMEN KAPATIN

Medyada başarı anlatılırken hep kariyer ve ekonomik koşullar ön plana çıkarılıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bu çok yanlış bir kavram. Medyanın Türkçe konusunda bile bir ölçüsü yok. Bu yüzden bu konuyu kavramlar üzerinden konuşmamız çok zor olur. Kimse bunları konuşma çabası içinde değil. Medya karmaşık bir şey.

Sizin gündeminiz ile Türkiye'nin gündemi arasında bir far var mı?
Benim gündemim ile Türkiye'nin gündemi arasında hiçbir ilişki yok. Bence benim kişisel gündemim medyadaki gündemden daha ilginç. Ve daha değerli. Medyanın ele aldığı konuların çoğu makro konular. Seyirci ve dinleyicinin dışında kalıyor. Ve bir etkinizde olmuyor.

Kendimizi bu durumdan nasıl kurtarabiliriz?

Televizyonu tamamen kapatarak. Ben 2000 yılında televizyonu kapattım. Televizyonda bir ölüm haberi 30 defa gösteriliyor. Sürekli seyredildiğinde insanın psikolojini bozuyor. Eğer siz o görüntüyü çok seyretmek istiyorsanız girersiniz internete ve seyredersiniz.

Ana haber bültenleri nasıl?

Ana haber bültenlerinde izlenmeye değer 3 dakikalık haber var. 3 dakikayı da internetten seyret. Geri kalanı da arkadaşınla sohbet mi edersin, kitap mı okursun veya başka bir şey mi yaparsın, bu sana kalmış.

Sizce televizyonun zararları neler?

Televizyon hayatınıza bu kadar çok dâhil olduğunda sadece zamanınızı almıyor. Gündeminizi de dolduruyor.  Dizileri ile reklamları ile tekrarlanan haberleri ile tamamen sizi işkâl ediyor. Hareketsiz bırakıyor. Aile içinde iletişimsiz bırakıyor, kendi zamanınızı kullanamaz hale getiriyor.  Komple kapattığınızda ya da tamamen evden çıkardığınızda rahatlıyorsunuz.

Kısaca televizyonun kontrolünden çıkıp televizyonu kontrol edin diyorsunuz.

Evet. İçeriği siz belirliyorsunuz. Televizyon içerde iken başkaları belirliyor. Ben diyorum ki; akşamları ana haber bültenlerini seyredince insanların psikolojisi bozuluyor. Ben kötü görüntülerle zihnimi niye meşgul edeyim. Başka şeylere zaman ayırmam lazım. Kalbimi ruhumu temiz tutmam lazım.

KİŞİSEL GELİŞİM KİTAPLARININ ÇOĞU BOŞ

Yabancı kişisel gelişim kitaplarının Türkçe'ye çevrilerek okura sunulması sizce Türk kültürüne uygun mu?

Birçoğu Amerika ve İngiltere'den geliyor. Bize uymayan kısımları bizim toplumsal dokumuzda olmayan şeyler. Ama ortalama olarak; kişisel gelişim kitapları bize uymuyor, diyemeyiz: Kendini geliştir, oku, kendine iyi bak ve araştırma yap diyorlar. Özündeki konular aynı.

İçeriklerini nasıl buluyorsunuz?

Bazıları tamamen pazarlama macerası. Kitabın içinde hiçbir şey yok. Kitabı yazan kişi tamamen boş. Yayıncıları para kazanmak için iyi bir isim bulmuşlar ve kitabı satıyorlar. Tabii ki bu durum kişisel gelişim kitaplarında olduğu gibi romanlarda yok mu? Var. Ben özgün yazıyorum. Türkiye'de yazarların çoğu 3-5 kitabın derlemesini yapıyorlar. Ya da çevirme yapıyorlar. İnternette dolaşan hikâyeleri toplayıp sonra kitap diye ortaya çıkarıyor.

BİR NEBZE SÜPERMEN OLDUM

Melih Arat, sürekli başarıdan bahsediyor ama kendisi istediği başarıya ulaştı mı?

Ben küçükken Süpermen olacağım diyordum. Bu zaman için bir nebze Süpermen olabildim. Karakter analizi yapabilen, ev ortamında 5-6 dakika içinde size hidrojen gazı üretebilen, bıçak kullanmadan bantları kesebilen vb. gibi birçok özellik yapabilen biri oldum. Sıra dışı olmaya karar verdim. Ve bunu yaptım da.

EL YAZISI DEĞİL, BEYİN YAZISI

Sizin diğer bir uzmanlık alanınızda grafolojidir. Bu konuda bir çok çalışma yaptınız? Öncelikle şunu sorayım: Grafoloji nedir?

El yazısından karakter analizidir.

Dünyada nasıl kullanılıyor?

Personel seçiminde, çok önemli derecede adli olaylarda kullanılıyor.

Ya Türkiye'de…

Türkiye'de personel seçiminde kullanılması yeni başlama aşamasında. Daha çok adli olaylarda kullanılıyor.

Grafoloji bilimi nasıl ortaya çıktı?

Bern Üniversite'sinde bir profesör şöyle bir araştırma yapıyor:  Yanına insanları çağırıyor. Onlara önce ,'Elinizle bir yazı yazın.' diyor. Sonra daha büyük bir kâğıda 'Ağzınızla yazı yazın' diyor. Bundan sonra 'Ayağınızla ve sol elinizde yazı yazın' diyor.

Dört farklı şekilde yazı yazıldı. Yazılar deforme olmadı mı?

 Tabii ki ağzı, ayağı ve sol eli ile yazdığı yazılar daha fazla deforme oluyor. Ama harflerin aralıkları, italiklik düzeyi ve kelimelerin aralıklarının değişmediğini görüyor.  Sonra kelimelerin üst, orta ve alt bölgelerine bakıyor. Onların da aynı özellikleri taşıdığını anlıyor. O zaman profesör diyor ki; demek ki bu yazı el yazısı değil, beyin yazısıdır. Çünkü yazının nasıl olacağına dair talimatı beyin veriyor. Beyinin emirlerini değiştiremiyorsunuz.

El yazısı ile kişilik analizinde yazının güzelliği veya çirkinliği önemli mi?

Birçok kişi 'Benim yazım çirkindir' der. El yazısından karakter analizi yapılırken yazınızın çirkinliğine ya da güzelliğine bakılmaz.  Yazı da okunmaz. Sadece harflerinizin bir kelime içindeki yakınlık oranına, kelimelerinizin bir cümle içindeki mesafesine, harflerin sağa veya sola eğimli olmasına, büyüklüklerine, harflerin ilmekli veya ilmeksiz olmasına, m,n, v gibi harflerin yazılışına bakılır.

EL YAZINIZ SİZİ ELE VERİYOR

Siz yazınızı değiştirebiliyor musunuz?

Bu konunun uzmanı olduğum halde bende değiştiremiyorum. Aşağı yukarı herkesin yazısını taklit edebilirim. Ama hızlı yazı yazarken kendi orijinal yazımın dışında bir yazı üretemiyorum. Yazı insanı ele veriyor. Ardından bu analizleri yapan uzmanlar el yazınıza bakıyorlar bu yazı ile kişiliğiniz arasında bir ilişki var mı diye inceliyorlar.

Siz nasıl bir çalışma yaptınız?

Bizim Türkiye'de 500 kişi ile yaptığımız bir araştırma oldu. El yazılarını analiz ederek kişilik örneği çıkardık. Sonra bu insanlara kişilik testi yaptık. Testlerle el yazılarını karşılaştırdığımızda yüzde 90′ın üzerinde bir başarı çıktı.

EL YAZISI KOLAYLIKLA DEĞİŞMEZ

'El yazısını düzene sokan biri hayatını da düzene sokar' diyorsunuz. El yazısı nasıl düzeltebilir?

Kimse el yazısını kolayla düzene sokamaz. Bu bir farkındalık durumudur. Kişinin bilinçaltında değişime hazır olması ve kendisinin değişimi istemesi ile olabilir.

Normal bir kişi kendi yazısını nasıl analiz edebilir?

Şimdi bu yazıyı okuyan kişi A4′e yazı yazsın ve ona dikkat etsin. A4′ü nasıl kullandığına iyi baksın. Yazı 90 derecelik açı ile yazılmış, bütün satırlar birbirine paralel, üst ve alt paylar eşit bırakılmış. Genel bir düzen hâkim ise o kişinin çalışma masası da düzenlidir. Kendine ait bir yatak odası varsa odası da tertipli ve düzenlidir.

Değilse…

Ama o kişinin el yazısı düzensizse odası da dağınıktır.  Odanın düzeni ile el yazısı arasında bir uyum vardır. Bu planlama becerisi ile ilgilidir. Planlı bir insansanız odanızı da planlarsınız yazınızı da. Eğer yazı gibi beyinin bilinçaltından gelen bir şeyi düzenleyebilmeyi becerebiliyorsanız odanız da düzene girer. Yazınızı düzenleyecek farkındalığa ulaşırsanız,  hayatınızda düzene girmeye başlar. Kafa yorup 'Ben yazımı düzelteceğim' diye çalışırsanız diğer taraflarda düzelir.

Bu farkındalık nasıl oluşur?

Kendisine soru sormalı, 'Ben neden dağınığım? İşlerim neden yolunda gitmiyor?' diye düşünmeli.

İnsan neden kendini düzeltemez?

Birçoğu çocukluktan gelen alışkanlıktır. Bir çocuğun yapması gereken birçok işi annesi yaparsa o çocuk büyüdüğünde de aynı şekilde devam eder. Odasını sürekli dağınık bırakıyorsa evlendiğinde de aynı şekilde dağınık olur.

 

Dursun Kabaktepe – MoralHaber Röportaj
 

 
http://sefertasim.wordpress.com/
 
 
 

27 Kas 2010

Yüzüme kapıyı kapadığımda

Birinin yüzüne kapıyı kapamak,en basit anlamıyla,o kişiyi "içeri almamak" veya onun "içeri girmesine izin vermemek" demek.Bu ifadenin şiddetini daha da arttırmak için kapamak sözcüğünü çarpmak sözcüğüyle değiştirmek yeterli gibi görünüyor ki bu durumda bu ifade ister istemez kovmak anlamında komşu olur:

-Kapıyı yüzüne çarptım!

Çarpılan bir kapının hangi tarafında durulur? En azından iki taraftan birinde; ya önünde,ya ardında.Çünkü kişi kapıyı ya birinin yüzüne çarpar veya kapı kişinin yüzüne çarpılır.Her iki halde de kişinin yüzü kapıya dönük olmak zorundadır;başkasının yüzüne kapıyı çarptığında da, başkası tarafından kapı yüzüne çarpıldığında da.

Peki,bu durumda kişi kapıyı kendi yüzüne nasıl kapayabilir,bir kapıyı kendi yüzüne nasıl çarpabilir? Kapayamaz veya çarpamaz ise,bu yazının başlığında bir yazım hatası olmalı:yüzüme kapıyı kapadığımda.

Acele etmemeli de Yunus hz.nin şu dizelerine kulak kabartmalı:

İstediğimi buldum eşkere can içinde
Taşra isteyen kendi kendisi ten içinde
                     ***
Uğru olmuş uğrular gene kendiyi tutar
Şahne kendisi olmuş kendi zindan içinde
                     ***
Tartmış kudret kılıcın çalmış nefsin boynuna
Nefsini tepelemiş elleri kan içinde
                     ***
Girdim gönül şehrine daldım ânın ka'rına
Aşk ile seyrederken iz buldum can içinde

Kapıyı başkalarının yüzüne kapamak hiç de zor değil.Başkalarınca kapanacak kapıların ardında öylece kalakalmak da.Peki ya kişinin kendi yüzüne kapıyı kapaması?Kapıyı kendi yüzüne yine kendisinin çarpması?Aynı anda,aynı kapının iki tarafında da bulunması? Bir defada hem kapıyı kapayan hem de yüzüne kapı kapanan kişi haline gelmesi?

Güç olan,güç kavranan nokta da burası olmalı değil mi? Güç ama imkansız değil.Şayet biraz gayret edersek kim bilir belki de bu ifadeyle ne kastedilmiş olduğunu anlayabiliriz.

Kapanmak sözcüğü, "içine kapanmak","eve kapanmak" dikkatle düşünülecek olursa bir "geri çekilme" halini anlatır.İçine kapanan veya eve kapanan kişi kendisini bir kapının arkasına çeker,bir yere veya içeriye girmez,bilakis o yere doğru,içeriye doğru çekilir,geri çekilir ve bir perde gibi kapıyı başkalarıyla kendi arasında bırakır.

Bu açıklamaya itibar edersek,bu durumda içime kapandığımda,yani içime çekildiğimde  yüzüme kapıyı kapatmış mı oluyorum? Olmuyorum;zira içime veya evime kapandığımda perdeyi yine kendimle başkaları arasına çekmiş,yine başkalarının yüzüne kapıyı çarpmış oluyorum,kendimi onlardan yalıtıyorum,başkalarıyla temasımı kesiyorum. Oysa yüzüme kapıyı kapadığımda,kendisiyle arama perde çektiğim bir başkasını bulmayı başaramıyorum.Bir başkası yoksa ve ben de taşradan (dışarıdan) söz etmeyi bir türlü beceremiyorsam,o halde nasıl olur da içime kapanırım,kapanabilirim? Dışı olmayanın ,içi nasıl olsun?

İçime kapanabilmem için bir dışarı (taşra)olmalı.Evet,bir yer olmalı,bir yerde durmalı ki oradan geri çekilebilmeli,içine kapanabilmeli.Yüzüme kapıyı kapadığımda ise,içeride kalan ben başkalarının yüzüne değil,kendi yüzüne kapıyı kapamış oluyor.

Ne diyordu Yunus Hz.?

Şahne kendisi olmuş kendi zindan içinde.

Yani hem gardiyan,hem mahkum.Tutan dakendisi,tutulan da.Hem zindanın dışında hem de içinde.Sadece parmaklıklarının önünde değil,aynı zamanda arkasında da.

Diğer mısrada da aynı hakikat resmediliyor:

Tartmış kudret kılıcın çalmış nefsin boynuna
Nefsini tepelemiş elleri kan içinde

Tam burada sormak gerekmez mi:Kana bulanan eller hangi bedene ait?Tepelenen nefis,tepeleyen nefsin kendisi değil mi?

Görüyorsunuz değil mi,bu daracık alan içinde ne yaparsak yapalım karmaşanın içinden çıkmayı bir türlü beceremedik.O halde sözü daha uzatmayalım da yine Yunus hz. dizelerine sığınıp çıkış umudumuzu bir başka zamana bırakalım:

Gözsüze fısıldadım sağır sözüm işitmiş
Dilsizi çağırıp söyler dilimdeki sözümü

Dücane Cündioğlu
Cenab-ı Aşk

    


Çorbanın Tuzu -Sayın Başbakan ve Milli Eğitim Bakanına Açık Mektup



-

Sayın Başbakan ve Milli Eğitim Bakanına Açık Mektup

Melih Arat

“Tüm dünya ülkeleri, eğitim alanında Türkiye’yi lider yapan bu girişimi takip edecek. Öğretmeninden öğrencisine, müdüründen velisine eğitim alanında her şeyde en ileri olacağız.”

Türkiye’yi eğitim alanında dünya liderliğine taşıyabilecek bir projeden söz etmek istiyorum. Devletin eğitim bütçesini artırmadan verimliliğini artıracak, ilk ve orta öğretim öğrencilerinin derslere odaklanmasında zirve yaptıracak, sınav performanslarını geliştirecek süper bir projem var. Sözü uzatmadan projeyi açıklayayım. Bütün öğrencilere birer iPad (ya da muadili bir teknoloji) verelim; bir daha hiç kitap ve defter vermeyelim. Dünyada ilk kez Apple şirketinin tasarladığı iPad’ler, bir tür tablet bilgisayar. Bilgisayar gibi ama ayrı bir klavyesi yok. Sadece bir ekrandan oluşuyor. İnternete bağlanabiliyor ve içine sayısız kitap konulabiliyor. Aynı zamanda bir defter gibi rahatça not alabiliyorsunuz. İnternet bağlantısı olduğu için rahatça araştırma yapabiliyorsunuz.

Bugün ilköğretimde ya da ortaöğretimde olan bir öğrenci, sırt çantasına bir sürü kitap ve defter koyuyor ve bu şekilde okulun yolunu tutuyor. Devletimiz biliyorsunuz uzun bir süredir; tüm ders kitaplarını öğrencilere ücretsiz olarak veriyor. 11 yıl boyunca bir öğrencinin tüm ders kitaplarının maliyeti devlet tarafından karşılanıyor. Aynı şekilde öğrencinin ailesi de, 11 yıllık süreç içerisinde yüzlerce defterin maliyetini karşılıyor. Okul çantalarının hemen her yıl değiştirilmek zorunda kalmasının da bir nedeni, yıl boyunca bu kadar kitap ve defterin ağırlığıyla çantanın fazla yıpranması.

Halbuki bir iPad yaklaşık 700 gram ağırlığında. Pil ömrü tam şarjla ve sürekli kullanımla 10 saat kadar. Bir iPad’in içine istediğiniz kadar kitap koyabilirsiniz. Tüm ders kitaplarını, telif hakları ücretsiz olan tüm klasikleri, tüm sözlükleri, tüm ansiklopedileri koyabilirsiniz. Türkiye’de son derece başarılı bir ders çalışma ve öğrenme sistemi olan Vitamin’i ve sayısız yabancı dil öğrenme programını da yükleyebilirsiniz.  Hatta bu aletler üstünden sınav yapabilmek, hasta olan bir öğrencinin evinden dersi takip edebilmesi dahil, her şey mümkün. Bir iPad’in perakende maliyeti 500 USD. Ancak Türkiye’de 14 milyon kadar öğrenci olduğu düşünülürse (bu rakama üniversite öğrencileri dahil değil), Türk hükümeti bu aletlerden 14 milyon tane alacak olursa Apple, Samsung ya da Dell gibi şirketler bu aletleri 100 dolara bile verebilir.  Neden mi, çünkü dünyada tüm eğitim sistemini bu iPad türü aletlerle entegre etmiş henüz kimse yok.  Türkiye yaparsa, diğer ülkelerde Türkiye’yi takip eder. Bu projenin Türkiye’ye maliyeti ne olur sorusunu da hesapladım: 1 Milyar 400 milyon dolar. GSMH’si 600 milyar doları geçmiş ülkede bu kadar önemli ve sıçrama yaptıracak bir konuya bu para harcanır. Zaten basılı kitapların toplam bütçesine 11 yılda bu parayı fazla fazla harcıyoruz da. Eğer bu konuda Türkiye ilk olursa, tüm dünyada çocukların daha verimli ve interaktif öğrenmesi konusunda bir devrim yapmış oluruz. Türkiye, Özal döneminde telekomünikasyon alanında dünyada bir sıçrama yapmıştı. Şimdi de eğitim alanında yapacağımız böyle radikal ve devrimci bir hamle genç nüfusumuzun eğitim kalitesini yukarıya taşıyacak olursa dünyada yükselen liderliğimizi perçinlemiş oluruz.

Bu projeyi paylaştığım milletvekilimiz Lokman Ayva bir telefon görüşmemizde konuyu Milli Eğitim bakanımıza açacağını söylemişti. Çıkar kaybı yüzünden kitap yayımcılığı ve matbaa endüstrisinin böyle bir girişime şiddetle karşı çıkacağını düşünüyorum. Bir de böyle bilgisayar ekranlarından kitap okumak zor olur diyeceklere bir istatistik vermek istiyorum. Geçtiğimiz yıl, dünyanın en büyük kitap satıcısı Amazon.com’da satılan kitapların %50’den fazlası elektronik kitaplar oldu. Eğer zor okunsaydı amazon.com’dan milyonlarca elektronik kitap satılmazdı.

Şimdi ne yapılacak; Başbakanımızın desteği ve Milli Eğitim Bakanımızın girişimiyle Türkiye eğitim alanında da dünya liderliğini yakalayacak.


Türkiye'de devrim niteliğinde sayılabilecek bu öneriye ne kadar tepki vereceği şahsım adına merakımı celbetti.Sevgili Melih beye bu heyecan verici önerisi için kalbi teşekkürlerimi sunmak isterim.

 

__._,_.___



__,_._,___




26 Kas 2010

Evdeki yemek evliliği kurtarır.


HABERİN MUTFAĞINDAN ÇIKTI
Gülhan Kara, gazeteci kökenli bir gurme. Eşiyle beraber açtığı Chef’s İstanbul Mutfak Atölyesi’nde yemek kursları veriyor. Kursiyerler arasında profesyonelleşmek isteyen de var, yemek yapmayı bilmediği için gelen de...

BOŞANMA SEBEBİ
“Kadının elindeki süpürgeyi, tencereyi bırakıp iş hayatına atılmasının” boşanmaları artırdığını belirten Gülhan Kara, evde yapılan yemeğin evliliği kurtardığını söylüyor. Kara, “Yemek pişirince evliliğim düzeldi diyenler var” diyor.

Bayram öncesi eğlenceli, hepimize hitap eden bir konuyu Pazar Kahvesine taşıyalım, şöyle yeme, içme üzerine konuşalım istedim. İster kadın ister erkek, hangi milletten, hangi, kültürden gelirsek gelelim hepimizin söyleyecek bir şeyleri vardır söz konusu yemek olunca. Ama bu hafta konumuz yıllarını yemek yapmaya, yemeği yazmaya, meraklılarını eğitmeye vermiş işini büyük bir sevgiyle yapan, yemek koçu, guru Gülhan Kara. Kendisiyle, eşiyle beraber kuruculuğunu yaptığı Chef’s İstanbul Mutfak Atölyesi’nde çok keyifli, uygulamayı da içeren bir sohbet gerçekleştirdik. Yemeğe meraklı herkesin bu atölyede öğreneceği çok şey var, öğrenirken de eğleneceği, dostlarına, sevdiklerine değişik lezzetler sunacağı çok şey...
Efendim bu vesileyle hepinize güzelliklerin, dostluğun, sağlığın, huzurun bol olduğu nice bayramlar...

HOBİM MESLEĞİM OLDU
Gazetecilikten mutfağa geçiş hikâyenizi sizden dinlesek...
Gazeteciydim belki ama mutfağa hep çok yakındım. Aslında en iyi gurme yazarların gazeteci olduğunu da hesaba katarsak çok şaşırmamak lazım. Yayıncılık hayatıma başlangıçta belki tamamen tesadüfi olarak Sabah Grubu dergilerinde başladım ancak kadın ve çocuk dergileri çıkarırken yemek dergiciliğine girişim bilinçli oldu ve uzmanlık olarak yemek dergilerini, gastronomiyi tercih ettim. Sofra, ardından Lezzet dergisinin uzun yıllar genel yayın yönetmenliğini yaptım. Ancak hiçbir zaman derginin başında durup insanları yönlendiren bir yayın yönetmeni olmadım. Bu işin operasyonunda her zaman bulundum. 
Bu alanda ilerlemek istiyordum ve sürekli araştırmacı oldum. Dünyada neler oluyor hep merak ettim. Herkesin bir hobisi vardır ya benim için en önemli yer mutfaktı. Hafta sonları mutfakta sürekli yeni lezzetler denerdim. Dergilerin başında olduğum yıllarda hep araştırdım ve 2004 yılında dergiden ayrılmaya karar verince, artık daha ileriye gitmek istiyordum. Çarşı pazar dolaşmak, sebze- meyve toplamak, balıkçılara gitmek, mutfakta olmak istiyordum.

AŞÇIYI MEYDANA ÇIKARDIK
Anlaşılan mutfak sizi içine çekti ve şık ofisleri, dergileri bırakıp mutfağa girdiniz.
Evet, artık rutin işlerden, yayın telaşından farklı bir şeyler yapmak, mutfakta olmak istiyordum. Dergideyken bile, gelen bir yemek-tatlı tarifinde kafama bir şey takılsın gece-gündüz demez denerdim. Diğer taraftan yabancı yayınları çok takip ediyordum. Bu dergilerin arka sayfalarındaki aşçı karı kocaların yemek kursları verdikleri evleri, mutfakları inceler, insanlar bu işi deneyerek öğrenmeli ve ben de böyle bir iş yapmalıyım derdim. Eşimle karar aldık o da işini bıraktı ve bu işe giriştik. Ancak bildiğimiz iş olan dergi de devam etmeliydi. Çünkü bizim mutfağımızda aşçılar çok gizli kalıyor. Oysa yurt dışında aşçı mutfaktan çıkıyor ve müşterilerle sohbet ediyor. İnsanlar yemek yedikleri yerin aşçısını tanıyor. Bizde ne insanlar soruyor, ne de aşçı ortaya çıkıp kendini tanıtıyor. Bunun üzerine öyle bir dergi yapalım ki aşçılar ortada olsun ve profesyonelden amatöre ulaşılsın istedik. Bu nedenle dergimizin adını “Chef’s” koyduk, yani şefin dergisi... Belki Türk mutfağı adına da uluslararası bir kontak kurmaya yarar dedik ve atölyeyle beraber Chef’s de ortaya çıktı.
Biz kültür olarak yemek yapmayı annemizden büyüklerimizden öğreniriz, bu iş tutmaz diye korkmadınız mı?
Evet, birçok kişi öyle düşünüyordu. Atölyeyi açınca çevremizdekiler bize önce güldü, yemeğin de kursu mu olur dediler. Dünya buna açıktı ama maalesef bizim ülkemizin kültüründe yemeği kursta öğrenmek yoktu. Maliyetli de bir işti. Yaklaşık iki sene tutunmak için çok çaba harcadık. Chef’s Dergisinin ve internetin tanıtımlarımızda ciddi faydası oldu. Diğer taraftan artık çok şey değişti ve insanlar bu tip kurslara ihtiyaç duyuyor. Öyle bir dönemdeyiz ki artık kadınlar tencereyi, kaşığı, süpürgeyi bıraktılar. Dışarıda yoğun bir iş hayatının içine girdiler. Çocuklarına yemek yapmayı öğretecek vakitleri kalmadı. Benim neslimin anneleri biliyor ama çocuklarına öğretemiyorlar. Evde kim var? Eve gelen yardımcı kadın veya bakıcı. Önce yemekleri o yaptı. Sonra hazır almaya başladık. Alışverişe kim gidiyor? Pazara giden kaldı mı? Sebzelerin meyvelerin mevsimini bilmiyor çocuklar ve annelerin yemek yapmayı öğrenmeye ihtiyacı var. Ben kadının elindeki süpürgeyi, tencereyi tümden bırakıp iş hayatına atılmasının boşanmalardaki artışın nedenlerinden birisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizim kurslarımıza geldikten sonra evliliğinin kurtulduğunu söyleyen insanlar var. Ayrılmak üzereydik, yemek pişirince evliliğim düzeldi diyen kursiyerler var. 

ERKEK DAHA SEÇİCİ
Buradan çıkan sonuç şu ki, evde pişirilen yemek haneye sıcaklık katıyor. 
Elbette, iki kişilik bir aile dahi olsanız, birisi salatayı hazırlarken diğeri sofrayı kuruyor. Sofra bir araya getiriyor. Orada günü paylaşıyor, çocuklarınızla sohbet ediyorsunuz. Herkes ayrı saatlerde, eve gelip birbirini beklemeden yemek yiyince ailede sıcaklık azalıyor. Bağlar zayıflıyor. Sofraların birleştiren bir özelliği var. Üstelik yemek yapmak terapi gibi. Yemek pişirirken beş duyu çalışıyor. Mutfakta görüyorsunuz, kokluyorsunuz, okunuyorsunuz, duyuyorsunuz, tadıyorsunuz. Bir salata yapsanız, iki köfte pişirseniz, yoğurdunu çırpıp bir yayla çorba kaynatsanız, üstüne serptiğiniz mis gibi naneyi içinize çekseniz o bile sizi rahatlatır. Ben diyorum ki kadın erkek birlikte pişirin, beraber mutfağa girin. Erkeğin de eline çok yakışıyor yemek pişirmek. Erkeklerin damak tadı daha gelişmiştir, daha seçicidir. İstatistik olarak erkek gurmelerin fazlalığı da bu yüzdendir. 

KIVAM İÇİN ARAÇ GEREÇ ÖNEMLİ
Sanırım mutfakta kullanılan araç gereç de çok önemli...
Elbette, araç gereç çok önemli. Eğer bir evde sürekli ve çeşit çeşit yemek pişecekse farklı boyutlarda ve özelliklerde, örneğin çorba tenceresi, pilav tenceresi, karnıyarık tenceresi, makarna tenceresi, sote tavası, kızartma tavası gibi pişirme seti gerekir. Hazırlıklar için ise doğrama tahtası, bıçaklar, süzgeç, rende gibi araç-gereçler lazımdır. Bunların hepsi doğru pişirme tekniklerini uygulamak ve iyi yemek yapmak için gerekli ve önemlidir. Mesela havuç sert bir sebzedir ve küçük bıçakla düzgünce havucu kesemezsiniz. Pırasa yumuşaktır küçük bıçakla elde keserseniz ezilir. Bıçak kullanırken iki el birbirine yakın tutulur. Geçen gün bir hanım beşamel sosum bir türlü tutmuyor diye aradı, en sonunda anladım ki tencere seçimi yanlış, geniş bir tencerede sos hazırlayamazsınız, dar tabanlı olacak ki, karıştırma hızınızla o kıvamı tutturabilesiniz. 


Gülhan Kara’dan bayram menüsü...
“Ben bu bayram ailemizle bir araya geleceğimiz için kalabalık sofraya özel bir liste hazırlamıştım. Sizlerle onu paylaşayım. Önce güzel bir düğün çorbası, ardından da çoban kavurma veya hünkârbeğendi. Su böreği, salata, pirinç pilavı, kuru üzüm hoşafı, sütlaç... Yemeğin sonunda sütlü tatlı ve pilavın yanında kuru meyve hoşafı tavsiye ediyorum, çünkü kırmızı et ve pilavdan sonra hazmı kolaylaştırır. Baklava, şekerpare gibi şerbetli tatlıları da mümkün olduğunca iki öğün arasında ve gündüz tüketmeye gayret edin. Afiyet olsun.” 


HÜNKÂRBEĞENDİ

Malzeme: 800 gr kuzu kuşbaşı, 2-3 çorba kaşığı sıvıyağ, 1 kuru soğan, 2 diş sarımsak, 3 sivribiber 3-4 domates, bir tutam maydanoz, tuz, karabiber, kekik

Beğendi için: 2-3 adet orta boy patlıcan 2 yemek kaşığı dolusu (40 gr) tereyağı 2 çorba kaşığı dolusu (40 gr) un, 2 su bardağı süt, tuz.

Derince tavaya yağı koyup kızdırın. Kuşbaşı etleri tavaya atıp hızlı ateşte etlerin rengi dönünceye kadar çevirin. Soğanı, sarımsağı ve biberi ilave edip kavurun. Etler suyunu bıraktığında tuzunu ilave edip karıştırın. Doğranmış domatesi ilave edip suyunu çekene kadar yaklaşık 30 dakika orta ateşte pişirin. Arada bir karıştırın. Patlıcanları birkaç yerinden çatalla delin. Ocağı yakıp patlıcanları ateşe koyun ve çevirerek kabukları yanıncaya kadar közleyin. Közlenmiş patlıcanları soyup hemen üzerine birkaç damla süt ekleyin. (Beyaz kalması için). Patlıcan içlerini çatalla ezin. 
Beşamel sosu yapmak için; tereyağını ufak bir tencerede eritip unu ekleyin ve kavurun. Sütü azar azar ilave edip beşamel sos kıvamını alıncaya kadar sürekli karıştırarak pişirin. Tuzunu ekleyin. Ezilmiş patlıcanı sıcak beşamele ilave edip iyice karıştırın. Patlıcanlı beğendiyi servis tabaklarına paylaştırıp üzerine 2 servis kaşığı kadar kuzu kavurma ekleyin. Sıcak olarak servis yapın.


KURSA GELENLERİN YÜZDE 30’U ERKEK!
Temel yemek kursunda işe nereden başlıyorsunuz?
Önce yarım saat kadar onların düşüncelerini mutfak ve pişirmeye yoğunlaştırmak için sohbet ediyor, onlar farkında olmadan kendimce bilgilerini bir süzgeçten geçiriyorum.Malzeme, mutfak, yemekler, öğlen ne yersiniz? Evde kim yemek yapar gibi konuları konuşuyoruz. İlk uyguladığımız şey ise kek hamuru çırpmak ve ardından bir yayla çorbası yapmak. Ocakla ve fırınla tanışıyorlar önce. Birbirinden farklı yapıda sulu ve kuru malzemenin birbirine nasıl karışıp piştikten sonra nasıl bir değişime uğradığını görerek öğrenmeye başlıyorlar. Mesela sebze çok karıştırılmaz. Aksi halde ezilir, parlaklığı, rengi bozulur. 

Biraz da kurslarınızdan bahsedelim...
Burada yaklaşık 20 çeşit kurs var. El yapımı çikolata kursu, suşi kursu, pilav, köfte, zeytinyağlı, mezeler, İtalyan yemekleri, börek, Türk tatlıları gibi günlük kurslarımız ve 4 hafta süren genel yemek, pastacılık gibi kurslarımız da var. Pastacılık 1-2-3 diye devam ediyor. Profesyonel olarak bu işle uğraşmak isteyenler için derece derece kurslarımız var. Malzemeyi biz sağlıyor ve kurslardan sonra sertifika veriyoruz. 

Daha çok kimler geliyor?
Bizim kursiyerlerimizin çoğu çalışan insanlar. Doktorlar, akademisyenler, reklamcılar, psikologlar, birçok meslek grubundan kişiler. Profesyonel bir amaç için, ikinci bir işi olsun diye gelenler de var. Hedefleri bir yer açmak. Kimisi de evimde mutfağa girmeye karar verdim diyen insanlar. Erkekler de meraklı. Kursiyerlerin yüzde otuzunu erkekler oluşturuyor. Emekli olup kursumuza gelenler var. Hatta diyet yapmak zorunda kalıp, yemek pişirmeyi bilmediği için gelenler var. Temel yemek kurslarına gelenlerin çoğu ya anne adayları, ya da yeni anne. 

PÜF NOKTASI: Zeytinyağlı yemek pişirmenin incelikleri
“Zeytinyağlı yemekler, karıştırılmadan pişirilir. Aksi halde sebze dağılır, yapısı bozulur. Zeytinyağlı yemekte en doğrusu sızma zeytinyağını yemek piştikten hemen sonra daha soğumadan yemeğin üzerinde gezdirmektir. Böylece zeytinyağının tadını alırsınız. Soğanını kavurmanız gereken bir yemek pişiriyorsanız önce bir kaşık ayçiçeği yağıyla kavurabilirsiniz. Çünkü çiçek yağı asit derecesinden dolayı ısıya dayanıklıdır. Zeytin yağı dayanıksızdır ve çok çabuk yanarak acılaşır. Ortaya kötü bir zeytinyağlı yemek çıkar.”


Pazar Kahvesi
Betül Altınbaşak 
betul.altinbasak@tg.com.tr
14 Kasım 2010 Pazar

23 Kas 2010

Etkili insanların alışkanlıkları

  1. Başarının temeli olarak Karakter Etiği diye tanımlayabileceğimiz; dürüstlük, alçakgönüllülük, bağlılık, ölçülü olmak, cesaret, adalet, sabır, çalışkanlık, yalınlık, Herkese İyilik Et şeklinde ki altın kural üzerinde duruluyordu. Bu, temelde, bir insanın bir takım belirli ilkelerle alışkanlıkları kendi mizacıyla bütünleştirme çabasının öyküsüdür. Karakter Etiği, etkili bir yaşamın temel ilkeleri olduğunu ve insanların, ancak bu temel ilkeleri öğrenip kendi temel kişilikleri ile bütünleştirdikleri takdirde gerçek başarıyla sürekli mutluluğu yakalayabileceklerini öğretti.
  2. Sandra’yla konuşurken, kendi karakterimizin, amaçlarımızın ve oğlumuzla ilgili algılarımızın ne kadar güçlü bir etkisi olduğunu üzüntüyle kavradık. Toplumsal karşılaştırma dürtülerimizin derin değerlerimizle çeliştiğini anladık. Bu, koşula bağlı bir sevgiye yol açabilir ve sonunda oğlumuzun kendisine verdiği değerin azalmasına  neden olabilirdi. Bu nedenle çabalarımızı tekniklerimize değil, kendimize, en derin amaçlarımıza ve oğlumuzla ilgili algılarımıza yöneltmeye karar verdik. Çocuğumuzu değiştirmeye çalışmak yerine bir kenara çekilmeye, kendimizi ondan ayrı tutmaya çalıştık. Oğlumuzun kimliğini, bireyselliğini, ayrı biri oluşunu ve değerini sezmek için çaba harcadık.
  3. Oğlumuzu başkalarıyla karşılaştırmak yada yargılamak yerine, karım ve ben onun zevkine varmaya başladık. Oğlumuzu tıpatıp kendimize benzetmekten yada onu toplumsal beklentilere   göre ölçmekten vazgeçtik. Onu kabul edilebilir bir toplumsal kalıba sokmak için nazikçe, olumlu bir biçimde yönlendirmeye çalışmaktan vazgeçtik.. çocuğumuz bu korumayla yetiştirilmişti. Bu nedenle başlangıçta biraz acı çekti. Bunu dile getirdiğinde, kabullendik, ama eskisi gibi davranamadık. Dile getirilmeyen mesajımız şuydu: “seni korumamıza gerek yok. Aslında sorunlu biri değilsin.”
  4. Her zaman ektiğinizi biçersiniz, bunun kestirme yolu da yoktur. Bu ilke, bir yerde insan davranışları ve insan ilişkileri bakımından da geçerlidir. Bunlar da hasat yasasına dayanan doğal sistemlerdir. Kısa dönemde, okul gibi yapay bir toplumsal sistemde insanlar tarafından konulan kuralları usulca çiğneyerek, “oyunu oynamayı ” becerebilirsiniz. Köklü bir dürüstlük ve temelde güçlü bir karakter yoksa, yaşamın çetin sınavları er yada geç gerçek amaçların yüzeye çıkmasına neden olur ve insanlarla ilişki başarısızlıkta, kısa süreli başarının yerini alır.En güzel iletişimi karakter sağlar. Emerson’un bir zamanlar söylediği gibi , “Ne olduğun kulağımda öylesine çınlıyor ki, ne dediğini duyamıyorum.”
  5. Hepimiz cisimleri oldukları gibi gördüğümüzü, nesnel olduğumuzu düşünürüz. Oysa, durum böyle değildir. Biz dünyayı olduğu gibi değil, olduğumuz gibi görürüz; ya da nasıl görmeye koşullandırılmışsak, öyle. Gördüklerimizi tanımlayabilmek için ağzımızı açtığımız zaman aslında kendimizi, algılamalarımızı ve paradigmalarımızı (dünya görüşümüzü) tanımlarız. Başkaları bizimle aynı fikirde olmadıkları zaman hemen onlarda bir aksaklık olduğunu düşünürüz. Pek  çok insan, yaşamlarını tehdit eden bir bunalımla karşılaştıkları zaman önem verdikleri şeylere birden bire bambaşka açıdan bakmaya başlarlar. Karı ya da koca, ebeveyn ya da büyükanne, yönetici ya da liderlik gibi yeni bir rolü üstlendikleri zaman, temelde buna benzer bir değişim olur düşüncelerinde.
  6. İnsanların çoğu duygusal gelişim düzeylerinin düşük olduğunu dürüstçe kabul edemiyorlar.
  7. Çocuklar gerçek sahip olma duygusunu tattıktan sonra eşyalarını çok doğal bir biçimde, içtenlikle ve özgürce paylaşırlar.
  8. Sonuçta, Marilyn Ferguson dediği gibi : “Kimse bir başkasını değişmesi için ikna edemez. Hepimiz, ancak içeriden açılabilen bir değişim kapısında nöbet bekleriz. Bir başkasının kapısını tartışarak ya da duygularla seslenerek açamayız.”
  9.                      Reaktif Dil                                      Proaktif Dil                                                                                                              

 

                 Yapabileceğim hiçbir şey yok.        Seçeneklerimize bir bakalım

                 İşte ben böyleyim.                              Farklı bir yaklaşımı seçebilirim.

                 Beni öyle kızdırıyor  ki.                    Duygularımı kontrol edebilirim.

                 Buna izin vermezler.                        Ben etkili bir sunuş yapabilirim.

                 Bunu yapmam gerekiyor.                 Uygun bir tepkiyi seçeceğim.                                                                

                 Yapamam.                                         Seçerim.

                 Yapmalıyım.                                    Yeğliyorum.

                 Keşke.                                              Yapacağım.

     10.Alkoliklerle Mücadele Derneği’nin (Alcoholics Anonymous) duasının içeriğine biz de                     

          Katılıyoruz: “Tanrım, bana değişebilen ve değiştirilmesi gereken şeyleri değiştirmek                 için cesaret , değiştirilemeyecek şeyleri kabullenmek için huzur, aradaki farkı anlamak için de     bilgelik ver.”

 

11.Önemsiz sözler verin ve bunları yerine getirin. Yol gösterici olun, yargıç değil. Örnek olun, eleştirmen değil. Çözümün parçası olun, sorunun değil. Bunu evliliğinizde, ailenizde, işinizde deneyin. Başkalarının zayıflıklarını tartışmayın. Kendi zayıflıklarınızı da. Bir hata yaptığınızda bunu itiraf edip düzeltin. Bundan, anında ders alın. Başkalarını suçlamaya, hataları onlara yüklemeye kalkışmayın. Denetiminiz altında olan şeylerin üzerinde çalışın. Kendi üzerinizde çalışın. Olabilirim’in üzerinde çalışın.

12. Hayalinizde  sevdiğiniz birisinin cenazesine gittiğinizi canlandırın. Cenaze evine gidiyorsunuz.Arabanızı park ediyor ve iniyorsunuz. Binaya girerken çiçekleri fark ediyorsunuz..İlerledikçe dostlarınızın ve aile üyelerinin yüzlerini görüyorsunuz. Oradaki insanların yüreğinden taşan ve bir kaybın neden olduğu o paylaşılan hüznü , ölen kişiyi hayattayken tanımış olmanın sevincini hissediyorsunuz.

     Salonun ön tarafına doğru ilerliyor; tabuta bakıyor ve birden kendinizle yüz yüze geliyorsunuz. Bu, üç yıl sonraki kendi cenaze töreniniz. Bütün bu insanlar sizi onurlandırmaya, yaşamınızla ilgili takdir ve sevgiyi açıklamaya gelmişler.

     Bir yere oturarak törenin başlamasını beklerken elinizdeki programa bakıyorsunuz. Törende dört kişi konuşacak. İlk konuşmacı aileniz ya da akrabalarınız arasından birisi. Çocuklar, erkek ve kız kardeşler, yeğenler ve teyzeler, halalar, amcalar, dayılar, kuzenler, büyükanne ve büyükbabalar. Hepsi de ülkenin dört bir tarafından cenaze törenine katılmaya gelmişler. İkinci  konuşmacı,  dostlarınızdan biri.  Bir insan olarak sizi anlatacak. Üçüncü konuşmacı,  işyerinizden ya da sizin mesleğinizden. Dördüncü konuşmacı, hizmet verdiğiniz toplumsal bir kurumdan. Şimdi iyice düşünün : Bu konuşmacıların her birinin sizinle ve yaşamınızla ilgili neler söylemesini istersiniz ? Sizin  nasıl bir eş, baba ya da anne olarak yansıtmalarını arzu ederdiniz? Nasıl bir oğul ya da kuzen? Nasıl bir dost? Nasıl bir iş arkadaşı? Sizde ne tür bir kişilik görmüş olmalarını tercih ederdiniz? Ne tür katkılarınızı , ne tür başarılarınızı  hatırlamalarını isterdiniz? Onların yaşamlarında ne tür bir değişiklik yapmış olmayı arzu ederdiniz?

13. “Yöneticilik, işleri doğru dürüst yapmaktır. Liderlik ise, doğru olanı yapmaktır.”

Yöneticilik, başarı merdivenini tırmanmaktaki becerikliliği, liderlik ise merdivenin doğru duvara dayalı olup olmadığını görmeyi gerektirir.

14. Yaşantımızın merkezindeki her hangi bir şey, güvenlik, rehberlik, bilgelik ve gücümüzün kaynağını oluşturur. Güvenlik,  değer düşüncenizi, kimliğinizi, duygusal dayanağınızı, özsaygınızı, temel kişisel gücünüzü  ya da bunun eksikliğini temsil eder.

Rehberlik, yaşamınıza yön veren kaynak demektir. Bilgelik, yaşama bakış açınız, çeşitli bölümlerle ilkelerin işleyişini ve birbiriyle bağlantılarını anlayış tarzıdır, hareket etme becerisi ya da yeteneği, bir şeyi başarma kuvveti ve birikimidir.

15.EŞ MERKEZLİLİK ; Evlilik, insan ilişkilerinin en içten, en doyurucu , en dayanıklı ve geliştirici ilişkisi olabilir. İnsanın merkez olarak karısı ya da kocasını seçmesi doğal ve uygun görülebilir.

16.AİLE MERKEZLİLİK: Aile- merkezli olanlar, kişisel değer ya da güvenlik duygusunu aile geleneği ve kültüründen ya da ailenin itibarından alırlar. Böylece gelenek ve kültürde görülecek değişikliklere ve bu itibarı lekeleyecek herhangi bir etkiye aşırı duyarlı olurlar.

17. PARA MERKEZLİLİK:Kişinin başka bir boyutta bir çok şeyi yapabilme fırsatını bulması için, ekonomik güven şarttır. Gereksinimler dizisi ya da hiyerarşisinde fiziksel yaşam ve mali güvenlik en önde gelir. Diğer gereksinimler, bu temel gereksinim hiç olmazsa asgari düzeyde elde edilinceye kadar hissedilmez bile.

18 .İŞ- MERKEZLİLİK:Merkezleri iş olan insanlar “işkolik” olabilir. Sağlıklarının, ilişkilerinin ve yaşamlarının diğer önemli alanları feda ederek, üretmek için kendilerini zorlarlar. Temel kimlikleri işlerine bağlıdır : “Ben bir doktorum”, “Ben bir yazarım”, “Ben bir okuyucuyum”.

19.DOST- MERKEZLİLİK:İnsanın odak noktasını bit tek kişini oluşturmasına yol açabildiği için, evliliğin bazı boyutlarını içerir. Bir dost üzerinde merkezleşme; duygusal açıdan bir tek kişiye bağımlılık, gereksinim, gitgide yükselen bir anlaşmazlık sarmalı ve bunların getireceği olumsuz ilişkileri yaratabilir.

20.DÜŞMAN-MERKEZLİLİK: Ya kişinin bir düşmanını yaşamının merkezine yerleştirmesine ne demeli? Çoğunluk bunu düşünmez bile, herhalde kimse bunu bilinçli olarak yapmaz. Ancak, bir düşmanı merkez kabul etmek çok sık görülen bir olaydır. Özellikle de gerçekten anlaşmazlık halindeki insanlar arasında sık sık etkileşim olduğu zaman. Duygusal ya da toplumsal açıdan önemli birinin kendisine haksızlık ettiğini düşünen bir kişinin, yapılan haksızlığı alabildiğine büyütüp diğer insanı yaşamın merkezi haline getirmesi kolaydır. Düşman üzerinde merkezleşen kişi, kendi yaşamını proaktif bir biçimde sürdüreceği yerde düşman olarak algıladığı insanın tutum ve davranışlarına tepki gösterir; hem de ona bağımlı olarak.

21. Boşanmış olan bir çok kişi de benzer eğilimler içindedir. Eski eşlerine karşı hala müthiş bir öfke ve kinle doludurlar ve kendilerini haklı bulurlar. Olumsuz anlamda, psikolojik açıdan hala evlidirler. Suçlamalarını haklı çıkarmak için, eski eşlerinin zayıflıklarına ihtiyaç vardır. Birçok “büyük” çocuk, yaşam boyunca anneleriyle babalarında gizlice ya da açıktan nefret eder. Onları geçmişteki kötü davranışları, ihmalleri ya da çocuklar arasında ayrım yaptıkları için suçlarlar. Yetişkinlik dönemlerinin merkezi bu nefrettir. Reaktif bir yaşam sürer ve buna eşlik eden senaryoyu da haklı çıkarırlar. Dost ya da düşman-merkezli kişinin güvencesi yoktur. Öz değer duyguları değişkendir, başkalarının davranışları ya da duygusal bir işlevidir. Rehberliği, diğer insanların verecekleri tepkiyle ilgili sezgisiyle sağlar. Bilgeliği ise toplumsal mercek  ya da düşman-merkezli bir paranoya kısıtlar. Bu kişinin hiçbir gücü yoktur. Onun iplerini başkaları çekmektedir.

22.Aileler olmak üzere, örgütlerin temel sorunlarında biri de, kişilerin başkalarının yaşamlarını ilgilendiren kararlara bağlı kalmamalarıdır. Nedense bunu kabullenmiyorlar. Örgütlerle işe başlarken, çoğu zaman hedefleri kuruluşun hedeflerinden çok farklı olan kişiler görüyorum. Genellikle de ödül sistemlerinin, açıklanan değer sistemleriyle hiçbir bakımdan uyumlu olmadığını keşfediyorum. Bir misyon bildirimi geliştirmiş şirketlerle çalışmaya başladığım zaman, onlara şunu soruyorum. “Buradakilerden kaç kişi bir misyon bildiriminiz olduğunu biliyor? Bunun yaratılmasında kaçının katkısı bulundu? Kaçı bunu gerçekten kabullenip kara verirken bir ölçüt olarak kullanıyor?” katılım yoksa bağlı kalınamaz. Bunu yazın, üstüne yıldız işareti koyun, etrafını çerçeveye alın, altına bir çizgi çekin. Katılım yoksa bağlanma da olmaz.

23. Gündelik yaşantımızda özgür irademizi ne dereceye kadar geliştirdiğimiz kişisel dürüstlüğümüzle ölçülür. Dürüstlük temelde kendimize biçtiğimiz değerdir. Kendimize verdiğimiz sözlere bağlı kalma, “özü sözü bir olma” yeteneğimizdir. Kendisiyle gurur duymaktır. Proaktif gelişmenin özü , Karakter Etiği’nin temel bir parçasıdır.

24. Disiplin, mürit, havari ya da öğrenci anlamına gelen, disciple sözcüğünden üretilmiştir. Bir felsefenin öğrencisi, bir değerler dizisinin havarisi, çok önemli bir hedefin, olağanüstü bir amacın, ya da bu hedefi temsil eden birinin müridi gibi. Bir  başka deyişle, kendinizi etkili bir biçimde yönetebiliyorsanız, disiplin de iççinizden gelir. Bu, bağımsız iradenizin bir işlevidir. Kendi derin değerlerinizin ve bunların kaynağının havarisi, müridi sizsiniz ve duygularınızı, ani isteklerinizi, ruhsal durumlarınızı bu değerlere boyun eğdirecek irade ve dürüstlüğe sahipsiniz.

25. EMİRERİ YETKİSİ VERMEK: Temelde iki yetki verme yöntemi vardır: “Emir eri yetkisi vermek” ve “kaptanlık yetkisi vermek.” Emir eri yetkisi vermek,  “şuraya git, buraya git, şunu yap, iş bitince de bana haber ver!” anlamına gelir. Pek çok insan sürekli olarak böyle yetki verir. Ama bu ne kadar işe yarayabilir ki? Hareketlerine teker teker müdahale ederek kaç kişiyi teftiş edebilir ya da yönetebilirsiniz? Başkalarına yetki vermenin çok daha iyi, çok daha etkili bir yöntemi vardır. Bu, başkalarının özgür iradesini, vicdanını, hayal gücünü ve öz bilincini takdir paradigmasına dayanır.

26.KAPTANLIK YETKİSİ VERMEK: Kaptanlık yetkisi vermenin odak noktası yöntemler değil, sonuçlardır. Bu, insanlara yöntemi seçme hakkını tanır ve sonuçlarından sorumlu olmalarını öngörür. Başlangıçta daha fazla zaman gerektirir. Ama harcanacak zaman iyi bir yatırım sayılır. Yetki verdiğiniz kişiye başarısızlığa gidebilecek yolları işaret edin. Ona ne yapmaması gerektiğini söyleyin. Ama ne yapması gerektiğini söylemeyin. Sonuçların sorumluluğunu kendisine bırakın. Gerekli şeyleri, konulan sınırlar içinde yapmasını isteyin.

27. Bazıları, başkalarını sevmeniz için önce kendinizi sevmeniz gerektiğini söyler. Bence bu, değerli bir düşünce.  Ancak kendinizi tanımazsanız, kontrol etmezseniz, kendinize egemen olmazsanız, kendinizi sevmeniz de çok zor olur. Bu ancak kısa vadeli, yüzeysel, ani bir heyecanla sağlayabilirsiniz.

28.İnsanın kendisine olan saygısı, benliğine egemen olmasından, gerçek bir özgürlükten doğar. Özgürlük, bir başarıdır. Karşılıklı bağımlılık ise, ancak özgür kişilerin yapabilecekleri bir seçimdir.

29.Herhangi bir ilişkiye kattığımız en önemli unsur sözlerimiz ve hareketlerimiz değil, ne olduğumuzdur. Sözlerimizle davranışlarımızın kaynağı kendi özümüz(Karakter Etiği) değil de, yüzeysel insan ilişkileri teknikleriyse (Kişilik Etiği) karşımızdakiler bu düzenbazlığı sezinlerler. O zaman etkili bir karşılıklı bağımlılık için gerekli temeli yaratıp sürdürmeyi başaramayız.

30.Başkalarının istedikleri ya da gereksinim duyduklarını düşündüğümüz şeyleri, kendi yaşam öykümüzden yola çıkarak belirleme eğilimimiz vardır. Böylelikle, başkalarının davranışlarına kendi amaçlarımızı yansıtırız. Bir yatırımın ne olduğunu, hem şimdiki, hem de aynı yaşta ya da aynı yaşam dönemecindeyken sahip olduğumuz gereksinim ve isteklerimize dayanarak yorumlarız. Karşımızdakiler çabalarımızı bir yatırım olarak yorumladıkları zaman da bunu iyi niyetle yaptığımız çabaların reddi olarak algılarlar ve vazgeçeriz.

31. Altın kural şudur. “Başkalarına, onların size yapmalarını istediğiniz şeyleri yapın.” Yüzeysel olarak bu, sizin için yapılmasını istediğiniz şeyleri, sizin de onlara yapmanız anlamına gelebilir. Ama bence temelde bu sözlerin anlamı; birey olarak sizi anlamalarını istediğiniz gibi, derinlemesine anlamak, sonra da onlara bu anlayışınız açısından yaklaşmaktır. Başarılı bir babanın, çocukların yetiştirilmesi konusunda dediği gibi : “Onlara değişik biçimlerde davranarak hepsine aynı şekilde davranın.”

32.Dürüstlük doğruluğu içerir, ama ondan da öte bir şeydir. Doğruluk, gerçeği söylemek; yani sözlerimiz gerçeğe uydurmak. Dürüstlük ise, gerçeği sözlerimize uydurmak; yani sözümüze bağlı kalmak ve beklentileri gerçekleştirmektir. Bunun için öncelikle kendine, ama aynı zamanda dünyaya karşı bir karakter bütünlüğü gerekir. Dürüstlüğü kanıtlamanın en önemli yollarından biri, o sırada yanınızda olmayan kişilere sadakat göstermektir. Bunu yaparken yanımızda olanlara da güven veririz. Orada olmayanları savunurken, olanların güvenini korursunuz.

33.Güvenilmek sevilmekten daha yücedir derler. Uzun vadede güvenilmek, sevilmek anlamına gelir, bundan eminim.

34. “Yalan, aldatmak amacıyla söylenen herhangi bir sözdür ya da davranıştır.” İster sözlerimiz, ister davranışlarımızla iletişim kuralım, dürüst bir insansak, amacımız aldatmak olmaz.

35.Kişinin acıyarak değil de, içinden gelerek  özür dilemesi için karakterinin iyice güçlü olması gerekir. Bir insanın içtenlikle özür dileyebilmesi için kendine hakim olması, temel ilkeler ve  değerlerin sağladığı köklü bir güven duygusunun bulunması gerekir. İç güveni olmayanlar bunu yapamazlar.

36. “Zalim olanlar, zayıflardır. İnceliği sadece güçlülerden bekleyebilirsiniz.”

37. Hata yapmak başka, bunu itiraf etmemek başkadır. İnsanlar yanlışları affeder, çünkü yanlışlar genellikle zihinseldir, yargı hatasıdır. Ancak insanlar yürekten yapılan hataları; kötü niyeti, kötü amaçları, ilk hatayı örtbas etmek için tepeden bakarak mazeret bildirimi kolay kolay affetmezler.

38.Sevgi koşula bağlı olarak verildiği, sevgiyi kazanmak zorunda kalındığı zaman onlara aslında değerli ya da sevilecek kişiler olmadıkları mesajı iletilir. Değer, onların içinde değil dışındadır. Biriyle ya da bir beklentiyle kıyaslanma sonucu elde edilir. Bir çocuk önce annesiyle babasının kendisini kabul etmesini ister, sonra da yaşıtlarının. Bunlar kardeşleri de olabilir, arkadaşları da.  Yaşıtların bazen ne kadar zalim olabildiklerini ise hepimiz biliriz.

39. Baskı altında tutulan duyguların diğer belirtisi de haddinden fazla öfke ve hiddet, basit olaylara aşırı tepki ve kuşkuyla karışık alaydır. Duygularını sürekli baskı altında tutan, onları aşarak daha yüksek hedeflere doğru gidemeyen insanlar, bunun kendilerine olan saygılarının ve sonunda da başkalarıyla olan ilişkilerinin niteliğini etkilediğini görürler.

40. Bazı insanlar merkezlerine düşmanı öylesine yerleştirir, başka birinin davranışlarına öylesine saplanırlar ki, o kişinin kaybetmesinden başka bir şey istemezler. Bu, kendilerinin de kayba uğraması anlamına gelse bile aldırmazlar. Düşmanca bir çarpışma felsefesidir: Savaş felsefesi!

41. Kalbin, mantığın hiç bilmediği nedenleri vardır.

42. Genellikle önce anlaşılmak isteriz. Çoğu insan karşısındakini anlamak amacıyla değil, yanıtlamak amacıyla dinler. Ya konuşurlar ya da konuşmaya hazırlanırlar. Her şeyi kendi paradigmalarının eleğinden süzüp başkalarının yaşamlarını kendi özyaşamlarıyla özdeşleştirirler.

43. Empati, sempati değildir. Sempati, bir tür anlaşma, bir tür yargıdır. Bazen de daha uygun düşecek bir duygu ve karşılık verme biçimidir. Ama insanları çoğu zaman sempatiyle dinlemenin özü, karşınızdakiyle aynı fikirde olmanız değildir. Onu tam anlamıyla, derinlemesine, hem duygusal, hem de zihinsel açıdan anlamanızdır.

44.Aslında iletişim uzmanları, söylediğimiz sözlerin iletişimizin ancak yüzde onunu temsil ettiğine inanıyorlar. Yüzde otuzu çıkardığımız sesler, yüzde altmışı ise vücut dilimiz temsil ediyor.

45. İnsan motivasyonu alanındaki en büyük kavramlardan biri şudur:Giderilmiş gereksinimler motivasyon işlevi görmez. Motivasyonu sağlayan, sadece karşılanmamış gereksinimlerdir ve bir insanın, fiziksel yaşamını sürdürme isteğinden sonraki en büyük gereksinimi psikolojik canlılıktır, yani anlaşılmak, onaylanmak, takdir edilmektir.

46. İyi bir anne ya da baba değerlendirmeden ya da karar vermeden önce anlar. Doğru yargıya varmanın anahtarı anlayıştır. Önyargılı bir insan, hiçbir zaman tam olarak anlayamaz.

47. Bu beceri; yani, empatiyle dinleme denilen buzdağının ucu dört gelişme evresini içerir.

a.      Bunlardan birincisi ve en az etkili olanı içeriği taklit etmektir.

b.      Empatiyle dilmemenin ikinci evresi ise içeriği başka şekilde ifade etmektir. Bu biraz daha etkilidir, ama hala sözlü iletişimle sınırlıdır.

c.       Üçüncü evre sağ beynimizi devreye sokar. Duyguyu yansıtırız.

d.      Şimdi; empatiyle dinlemenin dördüncü evresinde yararlandığınız zaman olanlar, gerçekten inanılacak gibi değildir. Karşımızdakini gerçekten anlamaya çalışır, içeriğini kendimizce ifade eder ve duyguyu yansıtırken ona psikolojik soluma olanağı tanımış olursunuz. Ayrıca onun duygu ve düşüncelerini incelemesine de yardım edersiniz. Karşınızdaki, onu dinlemeyi ve anlamayı içtenlikle istediğinize gitgide daha fazla inanıp güveni artarken, içinden geçenlerle size söyledikleri arasındaki engeller ortadan kalkar. Böylece ruhtan ruha akım başlar. Artık karşımızdaki belirli bir şeyi hissederken, size bununla ilgisi olmayan sözlerde söylemez. En derin, savunmasız duygularını ve düşüncelerini size açıklayabileceğine inanır.

48.Sinerji nedir? En basit tanımıyla, bir bütünün parçalarının toplamından daha büyük olması demektir. Parçanın birbiriyle olan ilişkisinin , kendiliğinden ve kendi başına bütünün bir parçası olması demektir.

49. İki insanın anlaşamamaları, ama ikisinin de haklı olması mantığa uygun mudur? Hayır, aklın mantığına uygun değildir. Ama ruhsal mantığa uygundur, yani psikolojidir. Üstelik bu son derece gerçek bir durumdur.

50. “Okumayan bir insan, okumasını bilmeyen bir insandan daha iyi durumda sayılmaz.”

51. “Bir adama onun olduğu gibi davranırsınız, olduğu gibi kalır. Bir insana olabileceği, olması gerektiği gibi davranırsanız, olabileceği ve olması gerektiği gibi olur.”

52. “Vicdanın sesi o kadar nazlıdır ki boğmak çok kolaydır. Ama bu sesi aynı zaman da öyle berraktır ki, başka bir şeyle karıştırmak olanaksızdır.”

53. Vicdan, doğru ilkelere uyup uymadığınızı sezen ve bizi onların düzeyine yükselten bir doğal veridir; tabii, bozulmamışsa, formundaysa.

54. “Çocuklarımıza bırakabileceğimiz, dayanıklı bir miras var; biri kökler, diğeri ise kanatlar.”

55. Düşüncesinin ana dokusunu değiştiremeyen bir insan, gerçeği hiçbir zaman değiştiremez. O nedenle de hiç ilerleyemez.

 

ETKİLİ İNSANIN YEDİ ALIŞKANLIĞI

             

·        PROAKTİF OL

·        SONUNU DÜŞÜNEREK İŞE BAŞLA

·        ÖNCELİKLİ İŞLERİ ÖNE AL

·        KAZAN/ KAZAN DİYE DÜŞÜN

·        ÖNCE ANLAMAYA ÇALIŞ, SONRA  ANLAŞILMAYA

·        SİNERJİ OLUŞTUR

·        BALTAYI BİLE


Stephen R. Covey'in diğer kitapları