29 Kas 2010

Grafoloji Uzmanı Melih Arat: El yazınız sizi ele veriyor

 Türkiye gündemi yine çok yoğun ve hararetli. Peki, her gün yazılı ve görsel basında yer alan haberlerin aksine; başarıyı, pozitif düşünceyi ve el yazısıyla karakter tahlilini öğrenmek ister misiniz? Gündemden biraz uzaklaşarak kendinizi tanımaya ne dersiniz? Bu konularda merak edilen tüm soruları kişisel gelişim ve grafoloji uzmanı Melih Arat'a sorduk. Arat'ın Nesil Yayınları'ndan çıkan 'Pozitif' isimli kitabı ile başlayan sohbetimiz,  Türkiye'de yayınlanan kişisel gelişim kitapları ve el yazısı ile karakter analizi konusunda son buldu. Bizi Kadıköy'deki ofisinde ağırlayan Melih Arat, günlük hayatta herkesin işini kolaylaştıracak pratik çözümler sundu.

 

 

Niçin pozitif düşüncenin kitabını yazdınız?

Ortaya bir delil koymak istedim. Bu kitap 'Pozitif olun.' demiyor. Hatta kitapta pozitif kelimesi bile geçmiyor, denilebilir. Burada asıl anlatmak istediğim şey; bakın bu insanlar, farklı bakış açılarıyla böyle değerlendirmeler yapıyorlar ve bu sonuçları alıyorlar. Sizde farklı bakış açılarını yakalayın. Kitabın başında pozitif düşünen insanlar ile negatif düşünen insanların karşılaştırmaları vardı. Olumsuz düşünce olmasın diye bunları bile attım.

Olumlu düşünce insana ne katar?

Çok zeki ve yetenekli olabilirsiniz. Ama sizin çalışıp çalışmayacağınızı belirleyen faktör olumlu bir yapıda olup olmamanızdır. Türkiye'de ve dünyada çok çok zeki olan ama bir şey yapamayan insanlar var. Eğer çalışırlarsa çok iyi işler yapacaklar, başarılı olacaklar ama yapmıyorlar. Hayatın olumlu yönlerini göremiyorlar. Bunun yanında bir bakıyorsunuz başka birisinin sınırlı zekâsı var. Ama sürekli üretiyor, bir şeylerle uğraşıyor ve pozitif düşünüyor. Bir hedefi bir amacı var.

Çalışıp para kazanmakla mutlu olmak arasında nasıl bir bağlantı var?

Üretmek ve çalışmak önemli bir iştir. Ama ikili ilişkiler daha da önemli. Siz tek başınıza evde yün kazak üretip satarsınız. Ama eşinizle birbirinize giriyorsanız ve huzurunuz yoksa para kazanmakla mutlu olamazsanız. Demek ki sizin ilişkilerinizde de pozitif olmanız ve bu duruşu hayatınızın her alanına uygulamanız gerekiyor.  

POZİTİF DÜŞÜNCE BİR ALIŞKANLIKTIR

İnsanın bir günü diğer gününü tutmuyor. İyi ve kötü olmak üzere her türlü ruh halini yaşıyor. Böyle bir durumda her zaman nasıl pozitif olunabilir?

Alıştırma yapmak gerekiyor.

Ne gibi alıştırma…

Mesela sıkılıkla duyduğumuz 'Nasılsın.' sorusu var. Bu soruya ya 'İyiyim.' ya da 'Fena değil.' diyorsunuz. Ya da siz karşınızdakine soru soruyorsunuz. Bu selamlaşmayı sadece 'İyiyim.' deyip geçiştirmeyeceksiniz.

Ne yapalım?

'Nasılsın.' sorusunu size kim sorarsa sorsun ufak bir hikâye anlatacaksınız. Mümkünse bu hikâye düşündürücü, pozitif ve eğlenceli olsun. Böylelikle karşınızdaki kişi ile bir şeyler paylaşmış olursunuz. Pozitif düşünmekte böyle bir şey. Bir alışkanlık meselesi. Hep olumlu düşünmeye kendinizi zorlayacaksınız. Sürekli alıştırma yapacaksınız.

İnsanlar alışkanlıklarını kolay değiştirmek istemiyorlar. Siz seminerlerinizde değişimi yakalamak için nasıl çalışmalar yapıyorsunuz?

Bizim seminerlerimiz 12, 24 veya 36 hafta sürüyor. Çünkü insan kolay değişmiyor. Gerçek değişim süreç içinde ortaya çıkar. Biri size söylediği için değişmezsiniz. Sizin değişimi istemeniz lazım. Ben ödev veriyorum 'Bunu bunu yapın.' diye. Esas olan 2 saatlik seminer paylaşımı değil. 6 gün 24 saat üzerinde yapılan uygulama. Sonraki seminerde soruyorum: Eşinle ne yaptın, oğluna kızdın mı, arkadaşına nasıl davrandın, sorunlu müşterinle ilişkilerini düzetmek için bir çaba gösterdin mi?  Çünkü esas olan uygulama.

SORUNLAR ALLAH'TAN GELEN HEDİYE

Yaşadığı tüm zorluklara rağmen hayatın olumlu yönünü gören insan profili çizdiniz. İslam'da da kulluk bilinci içinde olan kâmil insan kavramı var. Kişi tüm zorluklara sabreder, şükreder ve Allah'tan geldiğini bilir. Sizin anlattığınız pozitif düşünce bunun neresinde?

Şükretmek bir seçim işidir. Dolayısıyla kâmil insan ve şükreden insanda pozitif bir seçim yapan insandır. Seçenekler içinde olumlu olanları seçer. Ümitleri olanlar bir şeylerin daha iyi olduğuna inanan insanlardır.

İnsanlara başarıyı ve pozitif düşünceyi nasıl anlatıyorsunuz?

Sorunları tanımlarken onların bir hediye olduğunu anlatıyorum. Allah'ta sevdiği kuluna çok hediye verir. Sorunlar bizi geliştirir, diyorum. Birde severek kullandığım bir başka örnek ise fırın kavramıdır. İnsanlar başına gelen olaylardan sürekli şikâyet ediyorlar. Fırında da yemeğin pişmesi için dört taraftan ateş yanıyor. Ama o fırın yemeği pişiriyor, yenecek kıvama getiriyor.

Sorunlarda insanı pişiriyor ve kâmil insan yapıyor.

Hiç sorun yaşamayan kişi oturmasını, kalkmasını bilmez. Sabretmesini bilmez. Düşünmesini bilmez. Ama bu şekilde yaşam lezzetli oluyor. İyinin kötünün değeri olur.

BAŞARI, İNSANIN DOĞRU KARAR VERMESİDİR

Başarı nedir?

Başarılı olmanın ne olduğunu tam olarak tarif edebilmiş bir kişisel gelişim kitabı yok. Başarı herhangi bir durumda gerekli olanı yapmaktır. Bazen başarılı olmak savaş ortamında insanlara faydalı olmak için tüm mal varlığını satmaktır. Bazen de tüm herkese yararlı olabilecek bir ilacı bulmak için bir laboratuarda 3 yıl çalışmaktır. Ya da anneniz çok hastadır. Ona sizden başka bakacak kimsesi yoktur. Sizinde ona bakmanızdır. Şartlar ne gerektiriyorsa ona göre hareket etmektir. Herkesin kendi koşulları içinde gerekli olanı yapmasıdır.

TELEVİZYONU TAMAMEN KAPATIN

Medyada başarı anlatılırken hep kariyer ve ekonomik koşullar ön plana çıkarılıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bu çok yanlış bir kavram. Medyanın Türkçe konusunda bile bir ölçüsü yok. Bu yüzden bu konuyu kavramlar üzerinden konuşmamız çok zor olur. Kimse bunları konuşma çabası içinde değil. Medya karmaşık bir şey.

Sizin gündeminiz ile Türkiye'nin gündemi arasında bir far var mı?
Benim gündemim ile Türkiye'nin gündemi arasında hiçbir ilişki yok. Bence benim kişisel gündemim medyadaki gündemden daha ilginç. Ve daha değerli. Medyanın ele aldığı konuların çoğu makro konular. Seyirci ve dinleyicinin dışında kalıyor. Ve bir etkinizde olmuyor.

Kendimizi bu durumdan nasıl kurtarabiliriz?

Televizyonu tamamen kapatarak. Ben 2000 yılında televizyonu kapattım. Televizyonda bir ölüm haberi 30 defa gösteriliyor. Sürekli seyredildiğinde insanın psikolojini bozuyor. Eğer siz o görüntüyü çok seyretmek istiyorsanız girersiniz internete ve seyredersiniz.

Ana haber bültenleri nasıl?

Ana haber bültenlerinde izlenmeye değer 3 dakikalık haber var. 3 dakikayı da internetten seyret. Geri kalanı da arkadaşınla sohbet mi edersin, kitap mı okursun veya başka bir şey mi yaparsın, bu sana kalmış.

Sizce televizyonun zararları neler?

Televizyon hayatınıza bu kadar çok dâhil olduğunda sadece zamanınızı almıyor. Gündeminizi de dolduruyor.  Dizileri ile reklamları ile tekrarlanan haberleri ile tamamen sizi işkâl ediyor. Hareketsiz bırakıyor. Aile içinde iletişimsiz bırakıyor, kendi zamanınızı kullanamaz hale getiriyor.  Komple kapattığınızda ya da tamamen evden çıkardığınızda rahatlıyorsunuz.

Kısaca televizyonun kontrolünden çıkıp televizyonu kontrol edin diyorsunuz.

Evet. İçeriği siz belirliyorsunuz. Televizyon içerde iken başkaları belirliyor. Ben diyorum ki; akşamları ana haber bültenlerini seyredince insanların psikolojisi bozuluyor. Ben kötü görüntülerle zihnimi niye meşgul edeyim. Başka şeylere zaman ayırmam lazım. Kalbimi ruhumu temiz tutmam lazım.

KİŞİSEL GELİŞİM KİTAPLARININ ÇOĞU BOŞ

Yabancı kişisel gelişim kitaplarının Türkçe'ye çevrilerek okura sunulması sizce Türk kültürüne uygun mu?

Birçoğu Amerika ve İngiltere'den geliyor. Bize uymayan kısımları bizim toplumsal dokumuzda olmayan şeyler. Ama ortalama olarak; kişisel gelişim kitapları bize uymuyor, diyemeyiz: Kendini geliştir, oku, kendine iyi bak ve araştırma yap diyorlar. Özündeki konular aynı.

İçeriklerini nasıl buluyorsunuz?

Bazıları tamamen pazarlama macerası. Kitabın içinde hiçbir şey yok. Kitabı yazan kişi tamamen boş. Yayıncıları para kazanmak için iyi bir isim bulmuşlar ve kitabı satıyorlar. Tabii ki bu durum kişisel gelişim kitaplarında olduğu gibi romanlarda yok mu? Var. Ben özgün yazıyorum. Türkiye'de yazarların çoğu 3-5 kitabın derlemesini yapıyorlar. Ya da çevirme yapıyorlar. İnternette dolaşan hikâyeleri toplayıp sonra kitap diye ortaya çıkarıyor.

BİR NEBZE SÜPERMEN OLDUM

Melih Arat, sürekli başarıdan bahsediyor ama kendisi istediği başarıya ulaştı mı?

Ben küçükken Süpermen olacağım diyordum. Bu zaman için bir nebze Süpermen olabildim. Karakter analizi yapabilen, ev ortamında 5-6 dakika içinde size hidrojen gazı üretebilen, bıçak kullanmadan bantları kesebilen vb. gibi birçok özellik yapabilen biri oldum. Sıra dışı olmaya karar verdim. Ve bunu yaptım da.

EL YAZISI DEĞİL, BEYİN YAZISI

Sizin diğer bir uzmanlık alanınızda grafolojidir. Bu konuda bir çok çalışma yaptınız? Öncelikle şunu sorayım: Grafoloji nedir?

El yazısından karakter analizidir.

Dünyada nasıl kullanılıyor?

Personel seçiminde, çok önemli derecede adli olaylarda kullanılıyor.

Ya Türkiye'de…

Türkiye'de personel seçiminde kullanılması yeni başlama aşamasında. Daha çok adli olaylarda kullanılıyor.

Grafoloji bilimi nasıl ortaya çıktı?

Bern Üniversite'sinde bir profesör şöyle bir araştırma yapıyor:  Yanına insanları çağırıyor. Onlara önce ,'Elinizle bir yazı yazın.' diyor. Sonra daha büyük bir kâğıda 'Ağzınızla yazı yazın' diyor. Bundan sonra 'Ayağınızla ve sol elinizde yazı yazın' diyor.

Dört farklı şekilde yazı yazıldı. Yazılar deforme olmadı mı?

 Tabii ki ağzı, ayağı ve sol eli ile yazdığı yazılar daha fazla deforme oluyor. Ama harflerin aralıkları, italiklik düzeyi ve kelimelerin aralıklarının değişmediğini görüyor.  Sonra kelimelerin üst, orta ve alt bölgelerine bakıyor. Onların da aynı özellikleri taşıdığını anlıyor. O zaman profesör diyor ki; demek ki bu yazı el yazısı değil, beyin yazısıdır. Çünkü yazının nasıl olacağına dair talimatı beyin veriyor. Beyinin emirlerini değiştiremiyorsunuz.

El yazısı ile kişilik analizinde yazının güzelliği veya çirkinliği önemli mi?

Birçok kişi 'Benim yazım çirkindir' der. El yazısından karakter analizi yapılırken yazınızın çirkinliğine ya da güzelliğine bakılmaz.  Yazı da okunmaz. Sadece harflerinizin bir kelime içindeki yakınlık oranına, kelimelerinizin bir cümle içindeki mesafesine, harflerin sağa veya sola eğimli olmasına, büyüklüklerine, harflerin ilmekli veya ilmeksiz olmasına, m,n, v gibi harflerin yazılışına bakılır.

EL YAZINIZ SİZİ ELE VERİYOR

Siz yazınızı değiştirebiliyor musunuz?

Bu konunun uzmanı olduğum halde bende değiştiremiyorum. Aşağı yukarı herkesin yazısını taklit edebilirim. Ama hızlı yazı yazarken kendi orijinal yazımın dışında bir yazı üretemiyorum. Yazı insanı ele veriyor. Ardından bu analizleri yapan uzmanlar el yazınıza bakıyorlar bu yazı ile kişiliğiniz arasında bir ilişki var mı diye inceliyorlar.

Siz nasıl bir çalışma yaptınız?

Bizim Türkiye'de 500 kişi ile yaptığımız bir araştırma oldu. El yazılarını analiz ederek kişilik örneği çıkardık. Sonra bu insanlara kişilik testi yaptık. Testlerle el yazılarını karşılaştırdığımızda yüzde 90′ın üzerinde bir başarı çıktı.

EL YAZISI KOLAYLIKLA DEĞİŞMEZ

'El yazısını düzene sokan biri hayatını da düzene sokar' diyorsunuz. El yazısı nasıl düzeltebilir?

Kimse el yazısını kolayla düzene sokamaz. Bu bir farkındalık durumudur. Kişinin bilinçaltında değişime hazır olması ve kendisinin değişimi istemesi ile olabilir.

Normal bir kişi kendi yazısını nasıl analiz edebilir?

Şimdi bu yazıyı okuyan kişi A4′e yazı yazsın ve ona dikkat etsin. A4′ü nasıl kullandığına iyi baksın. Yazı 90 derecelik açı ile yazılmış, bütün satırlar birbirine paralel, üst ve alt paylar eşit bırakılmış. Genel bir düzen hâkim ise o kişinin çalışma masası da düzenlidir. Kendine ait bir yatak odası varsa odası da tertipli ve düzenlidir.

Değilse…

Ama o kişinin el yazısı düzensizse odası da dağınıktır.  Odanın düzeni ile el yazısı arasında bir uyum vardır. Bu planlama becerisi ile ilgilidir. Planlı bir insansanız odanızı da planlarsınız yazınızı da. Eğer yazı gibi beyinin bilinçaltından gelen bir şeyi düzenleyebilmeyi becerebiliyorsanız odanız da düzene girer. Yazınızı düzenleyecek farkındalığa ulaşırsanız,  hayatınızda düzene girmeye başlar. Kafa yorup 'Ben yazımı düzelteceğim' diye çalışırsanız diğer taraflarda düzelir.

Bu farkındalık nasıl oluşur?

Kendisine soru sormalı, 'Ben neden dağınığım? İşlerim neden yolunda gitmiyor?' diye düşünmeli.

İnsan neden kendini düzeltemez?

Birçoğu çocukluktan gelen alışkanlıktır. Bir çocuğun yapması gereken birçok işi annesi yaparsa o çocuk büyüdüğünde de aynı şekilde devam eder. Odasını sürekli dağınık bırakıyorsa evlendiğinde de aynı şekilde dağınık olur.

 

Dursun Kabaktepe – MoralHaber Röportaj
 

 
http://sefertasim.wordpress.com/
 
 
 

27 Kas 2010

Yüzüme kapıyı kapadığımda

Birinin yüzüne kapıyı kapamak,en basit anlamıyla,o kişiyi "içeri almamak" veya onun "içeri girmesine izin vermemek" demek.Bu ifadenin şiddetini daha da arttırmak için kapamak sözcüğünü çarpmak sözcüğüyle değiştirmek yeterli gibi görünüyor ki bu durumda bu ifade ister istemez kovmak anlamında komşu olur:

-Kapıyı yüzüne çarptım!

Çarpılan bir kapının hangi tarafında durulur? En azından iki taraftan birinde; ya önünde,ya ardında.Çünkü kişi kapıyı ya birinin yüzüne çarpar veya kapı kişinin yüzüne çarpılır.Her iki halde de kişinin yüzü kapıya dönük olmak zorundadır;başkasının yüzüne kapıyı çarptığında da, başkası tarafından kapı yüzüne çarpıldığında da.

Peki,bu durumda kişi kapıyı kendi yüzüne nasıl kapayabilir,bir kapıyı kendi yüzüne nasıl çarpabilir? Kapayamaz veya çarpamaz ise,bu yazının başlığında bir yazım hatası olmalı:yüzüme kapıyı kapadığımda.

Acele etmemeli de Yunus hz.nin şu dizelerine kulak kabartmalı:

İstediğimi buldum eşkere can içinde
Taşra isteyen kendi kendisi ten içinde
                     ***
Uğru olmuş uğrular gene kendiyi tutar
Şahne kendisi olmuş kendi zindan içinde
                     ***
Tartmış kudret kılıcın çalmış nefsin boynuna
Nefsini tepelemiş elleri kan içinde
                     ***
Girdim gönül şehrine daldım ânın ka'rına
Aşk ile seyrederken iz buldum can içinde

Kapıyı başkalarının yüzüne kapamak hiç de zor değil.Başkalarınca kapanacak kapıların ardında öylece kalakalmak da.Peki ya kişinin kendi yüzüne kapıyı kapaması?Kapıyı kendi yüzüne yine kendisinin çarpması?Aynı anda,aynı kapının iki tarafında da bulunması? Bir defada hem kapıyı kapayan hem de yüzüne kapı kapanan kişi haline gelmesi?

Güç olan,güç kavranan nokta da burası olmalı değil mi? Güç ama imkansız değil.Şayet biraz gayret edersek kim bilir belki de bu ifadeyle ne kastedilmiş olduğunu anlayabiliriz.

Kapanmak sözcüğü, "içine kapanmak","eve kapanmak" dikkatle düşünülecek olursa bir "geri çekilme" halini anlatır.İçine kapanan veya eve kapanan kişi kendisini bir kapının arkasına çeker,bir yere veya içeriye girmez,bilakis o yere doğru,içeriye doğru çekilir,geri çekilir ve bir perde gibi kapıyı başkalarıyla kendi arasında bırakır.

Bu açıklamaya itibar edersek,bu durumda içime kapandığımda,yani içime çekildiğimde  yüzüme kapıyı kapatmış mı oluyorum? Olmuyorum;zira içime veya evime kapandığımda perdeyi yine kendimle başkaları arasına çekmiş,yine başkalarının yüzüne kapıyı çarpmış oluyorum,kendimi onlardan yalıtıyorum,başkalarıyla temasımı kesiyorum. Oysa yüzüme kapıyı kapadığımda,kendisiyle arama perde çektiğim bir başkasını bulmayı başaramıyorum.Bir başkası yoksa ve ben de taşradan (dışarıdan) söz etmeyi bir türlü beceremiyorsam,o halde nasıl olur da içime kapanırım,kapanabilirim? Dışı olmayanın ,içi nasıl olsun?

İçime kapanabilmem için bir dışarı (taşra)olmalı.Evet,bir yer olmalı,bir yerde durmalı ki oradan geri çekilebilmeli,içine kapanabilmeli.Yüzüme kapıyı kapadığımda ise,içeride kalan ben başkalarının yüzüne değil,kendi yüzüne kapıyı kapamış oluyor.

Ne diyordu Yunus Hz.?

Şahne kendisi olmuş kendi zindan içinde.

Yani hem gardiyan,hem mahkum.Tutan dakendisi,tutulan da.Hem zindanın dışında hem de içinde.Sadece parmaklıklarının önünde değil,aynı zamanda arkasında da.

Diğer mısrada da aynı hakikat resmediliyor:

Tartmış kudret kılıcın çalmış nefsin boynuna
Nefsini tepelemiş elleri kan içinde

Tam burada sormak gerekmez mi:Kana bulanan eller hangi bedene ait?Tepelenen nefis,tepeleyen nefsin kendisi değil mi?

Görüyorsunuz değil mi,bu daracık alan içinde ne yaparsak yapalım karmaşanın içinden çıkmayı bir türlü beceremedik.O halde sözü daha uzatmayalım da yine Yunus hz. dizelerine sığınıp çıkış umudumuzu bir başka zamana bırakalım:

Gözsüze fısıldadım sağır sözüm işitmiş
Dilsizi çağırıp söyler dilimdeki sözümü

Dücane Cündioğlu
Cenab-ı Aşk

    


Çorbanın Tuzu -Sayın Başbakan ve Milli Eğitim Bakanına Açık Mektup



-

Sayın Başbakan ve Milli Eğitim Bakanına Açık Mektup

Melih Arat

“Tüm dünya ülkeleri, eğitim alanında Türkiye’yi lider yapan bu girişimi takip edecek. Öğretmeninden öğrencisine, müdüründen velisine eğitim alanında her şeyde en ileri olacağız.”

Türkiye’yi eğitim alanında dünya liderliğine taşıyabilecek bir projeden söz etmek istiyorum. Devletin eğitim bütçesini artırmadan verimliliğini artıracak, ilk ve orta öğretim öğrencilerinin derslere odaklanmasında zirve yaptıracak, sınav performanslarını geliştirecek süper bir projem var. Sözü uzatmadan projeyi açıklayayım. Bütün öğrencilere birer iPad (ya da muadili bir teknoloji) verelim; bir daha hiç kitap ve defter vermeyelim. Dünyada ilk kez Apple şirketinin tasarladığı iPad’ler, bir tür tablet bilgisayar. Bilgisayar gibi ama ayrı bir klavyesi yok. Sadece bir ekrandan oluşuyor. İnternete bağlanabiliyor ve içine sayısız kitap konulabiliyor. Aynı zamanda bir defter gibi rahatça not alabiliyorsunuz. İnternet bağlantısı olduğu için rahatça araştırma yapabiliyorsunuz.

Bugün ilköğretimde ya da ortaöğretimde olan bir öğrenci, sırt çantasına bir sürü kitap ve defter koyuyor ve bu şekilde okulun yolunu tutuyor. Devletimiz biliyorsunuz uzun bir süredir; tüm ders kitaplarını öğrencilere ücretsiz olarak veriyor. 11 yıl boyunca bir öğrencinin tüm ders kitaplarının maliyeti devlet tarafından karşılanıyor. Aynı şekilde öğrencinin ailesi de, 11 yıllık süreç içerisinde yüzlerce defterin maliyetini karşılıyor. Okul çantalarının hemen her yıl değiştirilmek zorunda kalmasının da bir nedeni, yıl boyunca bu kadar kitap ve defterin ağırlığıyla çantanın fazla yıpranması.

Halbuki bir iPad yaklaşık 700 gram ağırlığında. Pil ömrü tam şarjla ve sürekli kullanımla 10 saat kadar. Bir iPad’in içine istediğiniz kadar kitap koyabilirsiniz. Tüm ders kitaplarını, telif hakları ücretsiz olan tüm klasikleri, tüm sözlükleri, tüm ansiklopedileri koyabilirsiniz. Türkiye’de son derece başarılı bir ders çalışma ve öğrenme sistemi olan Vitamin’i ve sayısız yabancı dil öğrenme programını da yükleyebilirsiniz.  Hatta bu aletler üstünden sınav yapabilmek, hasta olan bir öğrencinin evinden dersi takip edebilmesi dahil, her şey mümkün. Bir iPad’in perakende maliyeti 500 USD. Ancak Türkiye’de 14 milyon kadar öğrenci olduğu düşünülürse (bu rakama üniversite öğrencileri dahil değil), Türk hükümeti bu aletlerden 14 milyon tane alacak olursa Apple, Samsung ya da Dell gibi şirketler bu aletleri 100 dolara bile verebilir.  Neden mi, çünkü dünyada tüm eğitim sistemini bu iPad türü aletlerle entegre etmiş henüz kimse yok.  Türkiye yaparsa, diğer ülkelerde Türkiye’yi takip eder. Bu projenin Türkiye’ye maliyeti ne olur sorusunu da hesapladım: 1 Milyar 400 milyon dolar. GSMH’si 600 milyar doları geçmiş ülkede bu kadar önemli ve sıçrama yaptıracak bir konuya bu para harcanır. Zaten basılı kitapların toplam bütçesine 11 yılda bu parayı fazla fazla harcıyoruz da. Eğer bu konuda Türkiye ilk olursa, tüm dünyada çocukların daha verimli ve interaktif öğrenmesi konusunda bir devrim yapmış oluruz. Türkiye, Özal döneminde telekomünikasyon alanında dünyada bir sıçrama yapmıştı. Şimdi de eğitim alanında yapacağımız böyle radikal ve devrimci bir hamle genç nüfusumuzun eğitim kalitesini yukarıya taşıyacak olursa dünyada yükselen liderliğimizi perçinlemiş oluruz.

Bu projeyi paylaştığım milletvekilimiz Lokman Ayva bir telefon görüşmemizde konuyu Milli Eğitim bakanımıza açacağını söylemişti. Çıkar kaybı yüzünden kitap yayımcılığı ve matbaa endüstrisinin böyle bir girişime şiddetle karşı çıkacağını düşünüyorum. Bir de böyle bilgisayar ekranlarından kitap okumak zor olur diyeceklere bir istatistik vermek istiyorum. Geçtiğimiz yıl, dünyanın en büyük kitap satıcısı Amazon.com’da satılan kitapların %50’den fazlası elektronik kitaplar oldu. Eğer zor okunsaydı amazon.com’dan milyonlarca elektronik kitap satılmazdı.

Şimdi ne yapılacak; Başbakanımızın desteği ve Milli Eğitim Bakanımızın girişimiyle Türkiye eğitim alanında da dünya liderliğini yakalayacak.


Türkiye'de devrim niteliğinde sayılabilecek bu öneriye ne kadar tepki vereceği şahsım adına merakımı celbetti.Sevgili Melih beye bu heyecan verici önerisi için kalbi teşekkürlerimi sunmak isterim.

 

__._,_.___



__,_._,___




26 Kas 2010

Evdeki yemek evliliği kurtarır.


HABERİN MUTFAĞINDAN ÇIKTI
Gülhan Kara, gazeteci kökenli bir gurme. Eşiyle beraber açtığı Chef’s İstanbul Mutfak Atölyesi’nde yemek kursları veriyor. Kursiyerler arasında profesyonelleşmek isteyen de var, yemek yapmayı bilmediği için gelen de...

BOŞANMA SEBEBİ
“Kadının elindeki süpürgeyi, tencereyi bırakıp iş hayatına atılmasının” boşanmaları artırdığını belirten Gülhan Kara, evde yapılan yemeğin evliliği kurtardığını söylüyor. Kara, “Yemek pişirince evliliğim düzeldi diyenler var” diyor.

Bayram öncesi eğlenceli, hepimize hitap eden bir konuyu Pazar Kahvesine taşıyalım, şöyle yeme, içme üzerine konuşalım istedim. İster kadın ister erkek, hangi milletten, hangi, kültürden gelirsek gelelim hepimizin söyleyecek bir şeyleri vardır söz konusu yemek olunca. Ama bu hafta konumuz yıllarını yemek yapmaya, yemeği yazmaya, meraklılarını eğitmeye vermiş işini büyük bir sevgiyle yapan, yemek koçu, guru Gülhan Kara. Kendisiyle, eşiyle beraber kuruculuğunu yaptığı Chef’s İstanbul Mutfak Atölyesi’nde çok keyifli, uygulamayı da içeren bir sohbet gerçekleştirdik. Yemeğe meraklı herkesin bu atölyede öğreneceği çok şey var, öğrenirken de eğleneceği, dostlarına, sevdiklerine değişik lezzetler sunacağı çok şey...
Efendim bu vesileyle hepinize güzelliklerin, dostluğun, sağlığın, huzurun bol olduğu nice bayramlar...

HOBİM MESLEĞİM OLDU
Gazetecilikten mutfağa geçiş hikâyenizi sizden dinlesek...
Gazeteciydim belki ama mutfağa hep çok yakındım. Aslında en iyi gurme yazarların gazeteci olduğunu da hesaba katarsak çok şaşırmamak lazım. Yayıncılık hayatıma başlangıçta belki tamamen tesadüfi olarak Sabah Grubu dergilerinde başladım ancak kadın ve çocuk dergileri çıkarırken yemek dergiciliğine girişim bilinçli oldu ve uzmanlık olarak yemek dergilerini, gastronomiyi tercih ettim. Sofra, ardından Lezzet dergisinin uzun yıllar genel yayın yönetmenliğini yaptım. Ancak hiçbir zaman derginin başında durup insanları yönlendiren bir yayın yönetmeni olmadım. Bu işin operasyonunda her zaman bulundum. 
Bu alanda ilerlemek istiyordum ve sürekli araştırmacı oldum. Dünyada neler oluyor hep merak ettim. Herkesin bir hobisi vardır ya benim için en önemli yer mutfaktı. Hafta sonları mutfakta sürekli yeni lezzetler denerdim. Dergilerin başında olduğum yıllarda hep araştırdım ve 2004 yılında dergiden ayrılmaya karar verince, artık daha ileriye gitmek istiyordum. Çarşı pazar dolaşmak, sebze- meyve toplamak, balıkçılara gitmek, mutfakta olmak istiyordum.

AŞÇIYI MEYDANA ÇIKARDIK
Anlaşılan mutfak sizi içine çekti ve şık ofisleri, dergileri bırakıp mutfağa girdiniz.
Evet, artık rutin işlerden, yayın telaşından farklı bir şeyler yapmak, mutfakta olmak istiyordum. Dergideyken bile, gelen bir yemek-tatlı tarifinde kafama bir şey takılsın gece-gündüz demez denerdim. Diğer taraftan yabancı yayınları çok takip ediyordum. Bu dergilerin arka sayfalarındaki aşçı karı kocaların yemek kursları verdikleri evleri, mutfakları inceler, insanlar bu işi deneyerek öğrenmeli ve ben de böyle bir iş yapmalıyım derdim. Eşimle karar aldık o da işini bıraktı ve bu işe giriştik. Ancak bildiğimiz iş olan dergi de devam etmeliydi. Çünkü bizim mutfağımızda aşçılar çok gizli kalıyor. Oysa yurt dışında aşçı mutfaktan çıkıyor ve müşterilerle sohbet ediyor. İnsanlar yemek yedikleri yerin aşçısını tanıyor. Bizde ne insanlar soruyor, ne de aşçı ortaya çıkıp kendini tanıtıyor. Bunun üzerine öyle bir dergi yapalım ki aşçılar ortada olsun ve profesyonelden amatöre ulaşılsın istedik. Bu nedenle dergimizin adını “Chef’s” koyduk, yani şefin dergisi... Belki Türk mutfağı adına da uluslararası bir kontak kurmaya yarar dedik ve atölyeyle beraber Chef’s de ortaya çıktı.
Biz kültür olarak yemek yapmayı annemizden büyüklerimizden öğreniriz, bu iş tutmaz diye korkmadınız mı?
Evet, birçok kişi öyle düşünüyordu. Atölyeyi açınca çevremizdekiler bize önce güldü, yemeğin de kursu mu olur dediler. Dünya buna açıktı ama maalesef bizim ülkemizin kültüründe yemeği kursta öğrenmek yoktu. Maliyetli de bir işti. Yaklaşık iki sene tutunmak için çok çaba harcadık. Chef’s Dergisinin ve internetin tanıtımlarımızda ciddi faydası oldu. Diğer taraftan artık çok şey değişti ve insanlar bu tip kurslara ihtiyaç duyuyor. Öyle bir dönemdeyiz ki artık kadınlar tencereyi, kaşığı, süpürgeyi bıraktılar. Dışarıda yoğun bir iş hayatının içine girdiler. Çocuklarına yemek yapmayı öğretecek vakitleri kalmadı. Benim neslimin anneleri biliyor ama çocuklarına öğretemiyorlar. Evde kim var? Eve gelen yardımcı kadın veya bakıcı. Önce yemekleri o yaptı. Sonra hazır almaya başladık. Alışverişe kim gidiyor? Pazara giden kaldı mı? Sebzelerin meyvelerin mevsimini bilmiyor çocuklar ve annelerin yemek yapmayı öğrenmeye ihtiyacı var. Ben kadının elindeki süpürgeyi, tencereyi tümden bırakıp iş hayatına atılmasının boşanmalardaki artışın nedenlerinden birisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizim kurslarımıza geldikten sonra evliliğinin kurtulduğunu söyleyen insanlar var. Ayrılmak üzereydik, yemek pişirince evliliğim düzeldi diyen kursiyerler var. 

ERKEK DAHA SEÇİCİ
Buradan çıkan sonuç şu ki, evde pişirilen yemek haneye sıcaklık katıyor. 
Elbette, iki kişilik bir aile dahi olsanız, birisi salatayı hazırlarken diğeri sofrayı kuruyor. Sofra bir araya getiriyor. Orada günü paylaşıyor, çocuklarınızla sohbet ediyorsunuz. Herkes ayrı saatlerde, eve gelip birbirini beklemeden yemek yiyince ailede sıcaklık azalıyor. Bağlar zayıflıyor. Sofraların birleştiren bir özelliği var. Üstelik yemek yapmak terapi gibi. Yemek pişirirken beş duyu çalışıyor. Mutfakta görüyorsunuz, kokluyorsunuz, okunuyorsunuz, duyuyorsunuz, tadıyorsunuz. Bir salata yapsanız, iki köfte pişirseniz, yoğurdunu çırpıp bir yayla çorba kaynatsanız, üstüne serptiğiniz mis gibi naneyi içinize çekseniz o bile sizi rahatlatır. Ben diyorum ki kadın erkek birlikte pişirin, beraber mutfağa girin. Erkeğin de eline çok yakışıyor yemek pişirmek. Erkeklerin damak tadı daha gelişmiştir, daha seçicidir. İstatistik olarak erkek gurmelerin fazlalığı da bu yüzdendir. 

KIVAM İÇİN ARAÇ GEREÇ ÖNEMLİ
Sanırım mutfakta kullanılan araç gereç de çok önemli...
Elbette, araç gereç çok önemli. Eğer bir evde sürekli ve çeşit çeşit yemek pişecekse farklı boyutlarda ve özelliklerde, örneğin çorba tenceresi, pilav tenceresi, karnıyarık tenceresi, makarna tenceresi, sote tavası, kızartma tavası gibi pişirme seti gerekir. Hazırlıklar için ise doğrama tahtası, bıçaklar, süzgeç, rende gibi araç-gereçler lazımdır. Bunların hepsi doğru pişirme tekniklerini uygulamak ve iyi yemek yapmak için gerekli ve önemlidir. Mesela havuç sert bir sebzedir ve küçük bıçakla düzgünce havucu kesemezsiniz. Pırasa yumuşaktır küçük bıçakla elde keserseniz ezilir. Bıçak kullanırken iki el birbirine yakın tutulur. Geçen gün bir hanım beşamel sosum bir türlü tutmuyor diye aradı, en sonunda anladım ki tencere seçimi yanlış, geniş bir tencerede sos hazırlayamazsınız, dar tabanlı olacak ki, karıştırma hızınızla o kıvamı tutturabilesiniz. 


Gülhan Kara’dan bayram menüsü...
“Ben bu bayram ailemizle bir araya geleceğimiz için kalabalık sofraya özel bir liste hazırlamıştım. Sizlerle onu paylaşayım. Önce güzel bir düğün çorbası, ardından da çoban kavurma veya hünkârbeğendi. Su böreği, salata, pirinç pilavı, kuru üzüm hoşafı, sütlaç... Yemeğin sonunda sütlü tatlı ve pilavın yanında kuru meyve hoşafı tavsiye ediyorum, çünkü kırmızı et ve pilavdan sonra hazmı kolaylaştırır. Baklava, şekerpare gibi şerbetli tatlıları da mümkün olduğunca iki öğün arasında ve gündüz tüketmeye gayret edin. Afiyet olsun.” 


HÜNKÂRBEĞENDİ

Malzeme: 800 gr kuzu kuşbaşı, 2-3 çorba kaşığı sıvıyağ, 1 kuru soğan, 2 diş sarımsak, 3 sivribiber 3-4 domates, bir tutam maydanoz, tuz, karabiber, kekik

Beğendi için: 2-3 adet orta boy patlıcan 2 yemek kaşığı dolusu (40 gr) tereyağı 2 çorba kaşığı dolusu (40 gr) un, 2 su bardağı süt, tuz.

Derince tavaya yağı koyup kızdırın. Kuşbaşı etleri tavaya atıp hızlı ateşte etlerin rengi dönünceye kadar çevirin. Soğanı, sarımsağı ve biberi ilave edip kavurun. Etler suyunu bıraktığında tuzunu ilave edip karıştırın. Doğranmış domatesi ilave edip suyunu çekene kadar yaklaşık 30 dakika orta ateşte pişirin. Arada bir karıştırın. Patlıcanları birkaç yerinden çatalla delin. Ocağı yakıp patlıcanları ateşe koyun ve çevirerek kabukları yanıncaya kadar közleyin. Közlenmiş patlıcanları soyup hemen üzerine birkaç damla süt ekleyin. (Beyaz kalması için). Patlıcan içlerini çatalla ezin. 
Beşamel sosu yapmak için; tereyağını ufak bir tencerede eritip unu ekleyin ve kavurun. Sütü azar azar ilave edip beşamel sos kıvamını alıncaya kadar sürekli karıştırarak pişirin. Tuzunu ekleyin. Ezilmiş patlıcanı sıcak beşamele ilave edip iyice karıştırın. Patlıcanlı beğendiyi servis tabaklarına paylaştırıp üzerine 2 servis kaşığı kadar kuzu kavurma ekleyin. Sıcak olarak servis yapın.


KURSA GELENLERİN YÜZDE 30’U ERKEK!
Temel yemek kursunda işe nereden başlıyorsunuz?
Önce yarım saat kadar onların düşüncelerini mutfak ve pişirmeye yoğunlaştırmak için sohbet ediyor, onlar farkında olmadan kendimce bilgilerini bir süzgeçten geçiriyorum.Malzeme, mutfak, yemekler, öğlen ne yersiniz? Evde kim yemek yapar gibi konuları konuşuyoruz. İlk uyguladığımız şey ise kek hamuru çırpmak ve ardından bir yayla çorbası yapmak. Ocakla ve fırınla tanışıyorlar önce. Birbirinden farklı yapıda sulu ve kuru malzemenin birbirine nasıl karışıp piştikten sonra nasıl bir değişime uğradığını görerek öğrenmeye başlıyorlar. Mesela sebze çok karıştırılmaz. Aksi halde ezilir, parlaklığı, rengi bozulur. 

Biraz da kurslarınızdan bahsedelim...
Burada yaklaşık 20 çeşit kurs var. El yapımı çikolata kursu, suşi kursu, pilav, köfte, zeytinyağlı, mezeler, İtalyan yemekleri, börek, Türk tatlıları gibi günlük kurslarımız ve 4 hafta süren genel yemek, pastacılık gibi kurslarımız da var. Pastacılık 1-2-3 diye devam ediyor. Profesyonel olarak bu işle uğraşmak isteyenler için derece derece kurslarımız var. Malzemeyi biz sağlıyor ve kurslardan sonra sertifika veriyoruz. 

Daha çok kimler geliyor?
Bizim kursiyerlerimizin çoğu çalışan insanlar. Doktorlar, akademisyenler, reklamcılar, psikologlar, birçok meslek grubundan kişiler. Profesyonel bir amaç için, ikinci bir işi olsun diye gelenler de var. Hedefleri bir yer açmak. Kimisi de evimde mutfağa girmeye karar verdim diyen insanlar. Erkekler de meraklı. Kursiyerlerin yüzde otuzunu erkekler oluşturuyor. Emekli olup kursumuza gelenler var. Hatta diyet yapmak zorunda kalıp, yemek pişirmeyi bilmediği için gelenler var. Temel yemek kurslarına gelenlerin çoğu ya anne adayları, ya da yeni anne. 

PÜF NOKTASI: Zeytinyağlı yemek pişirmenin incelikleri
“Zeytinyağlı yemekler, karıştırılmadan pişirilir. Aksi halde sebze dağılır, yapısı bozulur. Zeytinyağlı yemekte en doğrusu sızma zeytinyağını yemek piştikten hemen sonra daha soğumadan yemeğin üzerinde gezdirmektir. Böylece zeytinyağının tadını alırsınız. Soğanını kavurmanız gereken bir yemek pişiriyorsanız önce bir kaşık ayçiçeği yağıyla kavurabilirsiniz. Çünkü çiçek yağı asit derecesinden dolayı ısıya dayanıklıdır. Zeytin yağı dayanıksızdır ve çok çabuk yanarak acılaşır. Ortaya kötü bir zeytinyağlı yemek çıkar.”


Pazar Kahvesi
Betül Altınbaşak 
betul.altinbasak@tg.com.tr
14 Kasım 2010 Pazar

23 Kas 2010

Etkili insanların alışkanlıkları

  1. Başarının temeli olarak Karakter Etiği diye tanımlayabileceğimiz; dürüstlük, alçakgönüllülük, bağlılık, ölçülü olmak, cesaret, adalet, sabır, çalışkanlık, yalınlık, Herkese İyilik Et şeklinde ki altın kural üzerinde duruluyordu. Bu, temelde, bir insanın bir takım belirli ilkelerle alışkanlıkları kendi mizacıyla bütünleştirme çabasının öyküsüdür. Karakter Etiği, etkili bir yaşamın temel ilkeleri olduğunu ve insanların, ancak bu temel ilkeleri öğrenip kendi temel kişilikleri ile bütünleştirdikleri takdirde gerçek başarıyla sürekli mutluluğu yakalayabileceklerini öğretti.
  2. Sandra’yla konuşurken, kendi karakterimizin, amaçlarımızın ve oğlumuzla ilgili algılarımızın ne kadar güçlü bir etkisi olduğunu üzüntüyle kavradık. Toplumsal karşılaştırma dürtülerimizin derin değerlerimizle çeliştiğini anladık. Bu, koşula bağlı bir sevgiye yol açabilir ve sonunda oğlumuzun kendisine verdiği değerin azalmasına  neden olabilirdi. Bu nedenle çabalarımızı tekniklerimize değil, kendimize, en derin amaçlarımıza ve oğlumuzla ilgili algılarımıza yöneltmeye karar verdik. Çocuğumuzu değiştirmeye çalışmak yerine bir kenara çekilmeye, kendimizi ondan ayrı tutmaya çalıştık. Oğlumuzun kimliğini, bireyselliğini, ayrı biri oluşunu ve değerini sezmek için çaba harcadık.
  3. Oğlumuzu başkalarıyla karşılaştırmak yada yargılamak yerine, karım ve ben onun zevkine varmaya başladık. Oğlumuzu tıpatıp kendimize benzetmekten yada onu toplumsal beklentilere   göre ölçmekten vazgeçtik. Onu kabul edilebilir bir toplumsal kalıba sokmak için nazikçe, olumlu bir biçimde yönlendirmeye çalışmaktan vazgeçtik.. çocuğumuz bu korumayla yetiştirilmişti. Bu nedenle başlangıçta biraz acı çekti. Bunu dile getirdiğinde, kabullendik, ama eskisi gibi davranamadık. Dile getirilmeyen mesajımız şuydu: “seni korumamıza gerek yok. Aslında sorunlu biri değilsin.”
  4. Her zaman ektiğinizi biçersiniz, bunun kestirme yolu da yoktur. Bu ilke, bir yerde insan davranışları ve insan ilişkileri bakımından da geçerlidir. Bunlar da hasat yasasına dayanan doğal sistemlerdir. Kısa dönemde, okul gibi yapay bir toplumsal sistemde insanlar tarafından konulan kuralları usulca çiğneyerek, “oyunu oynamayı ” becerebilirsiniz. Köklü bir dürüstlük ve temelde güçlü bir karakter yoksa, yaşamın çetin sınavları er yada geç gerçek amaçların yüzeye çıkmasına neden olur ve insanlarla ilişki başarısızlıkta, kısa süreli başarının yerini alır.En güzel iletişimi karakter sağlar. Emerson’un bir zamanlar söylediği gibi , “Ne olduğun kulağımda öylesine çınlıyor ki, ne dediğini duyamıyorum.”
  5. Hepimiz cisimleri oldukları gibi gördüğümüzü, nesnel olduğumuzu düşünürüz. Oysa, durum böyle değildir. Biz dünyayı olduğu gibi değil, olduğumuz gibi görürüz; ya da nasıl görmeye koşullandırılmışsak, öyle. Gördüklerimizi tanımlayabilmek için ağzımızı açtığımız zaman aslında kendimizi, algılamalarımızı ve paradigmalarımızı (dünya görüşümüzü) tanımlarız. Başkaları bizimle aynı fikirde olmadıkları zaman hemen onlarda bir aksaklık olduğunu düşünürüz. Pek  çok insan, yaşamlarını tehdit eden bir bunalımla karşılaştıkları zaman önem verdikleri şeylere birden bire bambaşka açıdan bakmaya başlarlar. Karı ya da koca, ebeveyn ya da büyükanne, yönetici ya da liderlik gibi yeni bir rolü üstlendikleri zaman, temelde buna benzer bir değişim olur düşüncelerinde.
  6. İnsanların çoğu duygusal gelişim düzeylerinin düşük olduğunu dürüstçe kabul edemiyorlar.
  7. Çocuklar gerçek sahip olma duygusunu tattıktan sonra eşyalarını çok doğal bir biçimde, içtenlikle ve özgürce paylaşırlar.
  8. Sonuçta, Marilyn Ferguson dediği gibi : “Kimse bir başkasını değişmesi için ikna edemez. Hepimiz, ancak içeriden açılabilen bir değişim kapısında nöbet bekleriz. Bir başkasının kapısını tartışarak ya da duygularla seslenerek açamayız.”
  9.                      Reaktif Dil                                      Proaktif Dil                                                                                                              

 

                 Yapabileceğim hiçbir şey yok.        Seçeneklerimize bir bakalım

                 İşte ben böyleyim.                              Farklı bir yaklaşımı seçebilirim.

                 Beni öyle kızdırıyor  ki.                    Duygularımı kontrol edebilirim.

                 Buna izin vermezler.                        Ben etkili bir sunuş yapabilirim.

                 Bunu yapmam gerekiyor.                 Uygun bir tepkiyi seçeceğim.                                                                

                 Yapamam.                                         Seçerim.

                 Yapmalıyım.                                    Yeğliyorum.

                 Keşke.                                              Yapacağım.

     10.Alkoliklerle Mücadele Derneği’nin (Alcoholics Anonymous) duasının içeriğine biz de                     

          Katılıyoruz: “Tanrım, bana değişebilen ve değiştirilmesi gereken şeyleri değiştirmek                 için cesaret , değiştirilemeyecek şeyleri kabullenmek için huzur, aradaki farkı anlamak için de     bilgelik ver.”

 

11.Önemsiz sözler verin ve bunları yerine getirin. Yol gösterici olun, yargıç değil. Örnek olun, eleştirmen değil. Çözümün parçası olun, sorunun değil. Bunu evliliğinizde, ailenizde, işinizde deneyin. Başkalarının zayıflıklarını tartışmayın. Kendi zayıflıklarınızı da. Bir hata yaptığınızda bunu itiraf edip düzeltin. Bundan, anında ders alın. Başkalarını suçlamaya, hataları onlara yüklemeye kalkışmayın. Denetiminiz altında olan şeylerin üzerinde çalışın. Kendi üzerinizde çalışın. Olabilirim’in üzerinde çalışın.

12. Hayalinizde  sevdiğiniz birisinin cenazesine gittiğinizi canlandırın. Cenaze evine gidiyorsunuz.Arabanızı park ediyor ve iniyorsunuz. Binaya girerken çiçekleri fark ediyorsunuz..İlerledikçe dostlarınızın ve aile üyelerinin yüzlerini görüyorsunuz. Oradaki insanların yüreğinden taşan ve bir kaybın neden olduğu o paylaşılan hüznü , ölen kişiyi hayattayken tanımış olmanın sevincini hissediyorsunuz.

     Salonun ön tarafına doğru ilerliyor; tabuta bakıyor ve birden kendinizle yüz yüze geliyorsunuz. Bu, üç yıl sonraki kendi cenaze töreniniz. Bütün bu insanlar sizi onurlandırmaya, yaşamınızla ilgili takdir ve sevgiyi açıklamaya gelmişler.

     Bir yere oturarak törenin başlamasını beklerken elinizdeki programa bakıyorsunuz. Törende dört kişi konuşacak. İlk konuşmacı aileniz ya da akrabalarınız arasından birisi. Çocuklar, erkek ve kız kardeşler, yeğenler ve teyzeler, halalar, amcalar, dayılar, kuzenler, büyükanne ve büyükbabalar. Hepsi de ülkenin dört bir tarafından cenaze törenine katılmaya gelmişler. İkinci  konuşmacı,  dostlarınızdan biri.  Bir insan olarak sizi anlatacak. Üçüncü konuşmacı,  işyerinizden ya da sizin mesleğinizden. Dördüncü konuşmacı, hizmet verdiğiniz toplumsal bir kurumdan. Şimdi iyice düşünün : Bu konuşmacıların her birinin sizinle ve yaşamınızla ilgili neler söylemesini istersiniz ? Sizin  nasıl bir eş, baba ya da anne olarak yansıtmalarını arzu ederdiniz? Nasıl bir oğul ya da kuzen? Nasıl bir dost? Nasıl bir iş arkadaşı? Sizde ne tür bir kişilik görmüş olmalarını tercih ederdiniz? Ne tür katkılarınızı , ne tür başarılarınızı  hatırlamalarını isterdiniz? Onların yaşamlarında ne tür bir değişiklik yapmış olmayı arzu ederdiniz?

13. “Yöneticilik, işleri doğru dürüst yapmaktır. Liderlik ise, doğru olanı yapmaktır.”

Yöneticilik, başarı merdivenini tırmanmaktaki becerikliliği, liderlik ise merdivenin doğru duvara dayalı olup olmadığını görmeyi gerektirir.

14. Yaşantımızın merkezindeki her hangi bir şey, güvenlik, rehberlik, bilgelik ve gücümüzün kaynağını oluşturur. Güvenlik,  değer düşüncenizi, kimliğinizi, duygusal dayanağınızı, özsaygınızı, temel kişisel gücünüzü  ya da bunun eksikliğini temsil eder.

Rehberlik, yaşamınıza yön veren kaynak demektir. Bilgelik, yaşama bakış açınız, çeşitli bölümlerle ilkelerin işleyişini ve birbiriyle bağlantılarını anlayış tarzıdır, hareket etme becerisi ya da yeteneği, bir şeyi başarma kuvveti ve birikimidir.

15.EŞ MERKEZLİLİK ; Evlilik, insan ilişkilerinin en içten, en doyurucu , en dayanıklı ve geliştirici ilişkisi olabilir. İnsanın merkez olarak karısı ya da kocasını seçmesi doğal ve uygun görülebilir.

16.AİLE MERKEZLİLİK: Aile- merkezli olanlar, kişisel değer ya da güvenlik duygusunu aile geleneği ve kültüründen ya da ailenin itibarından alırlar. Böylece gelenek ve kültürde görülecek değişikliklere ve bu itibarı lekeleyecek herhangi bir etkiye aşırı duyarlı olurlar.

17. PARA MERKEZLİLİK:Kişinin başka bir boyutta bir çok şeyi yapabilme fırsatını bulması için, ekonomik güven şarttır. Gereksinimler dizisi ya da hiyerarşisinde fiziksel yaşam ve mali güvenlik en önde gelir. Diğer gereksinimler, bu temel gereksinim hiç olmazsa asgari düzeyde elde edilinceye kadar hissedilmez bile.

18 .İŞ- MERKEZLİLİK:Merkezleri iş olan insanlar “işkolik” olabilir. Sağlıklarının, ilişkilerinin ve yaşamlarının diğer önemli alanları feda ederek, üretmek için kendilerini zorlarlar. Temel kimlikleri işlerine bağlıdır : “Ben bir doktorum”, “Ben bir yazarım”, “Ben bir okuyucuyum”.

19.DOST- MERKEZLİLİK:İnsanın odak noktasını bit tek kişini oluşturmasına yol açabildiği için, evliliğin bazı boyutlarını içerir. Bir dost üzerinde merkezleşme; duygusal açıdan bir tek kişiye bağımlılık, gereksinim, gitgide yükselen bir anlaşmazlık sarmalı ve bunların getireceği olumsuz ilişkileri yaratabilir.

20.DÜŞMAN-MERKEZLİLİK: Ya kişinin bir düşmanını yaşamının merkezine yerleştirmesine ne demeli? Çoğunluk bunu düşünmez bile, herhalde kimse bunu bilinçli olarak yapmaz. Ancak, bir düşmanı merkez kabul etmek çok sık görülen bir olaydır. Özellikle de gerçekten anlaşmazlık halindeki insanlar arasında sık sık etkileşim olduğu zaman. Duygusal ya da toplumsal açıdan önemli birinin kendisine haksızlık ettiğini düşünen bir kişinin, yapılan haksızlığı alabildiğine büyütüp diğer insanı yaşamın merkezi haline getirmesi kolaydır. Düşman üzerinde merkezleşen kişi, kendi yaşamını proaktif bir biçimde sürdüreceği yerde düşman olarak algıladığı insanın tutum ve davranışlarına tepki gösterir; hem de ona bağımlı olarak.

21. Boşanmış olan bir çok kişi de benzer eğilimler içindedir. Eski eşlerine karşı hala müthiş bir öfke ve kinle doludurlar ve kendilerini haklı bulurlar. Olumsuz anlamda, psikolojik açıdan hala evlidirler. Suçlamalarını haklı çıkarmak için, eski eşlerinin zayıflıklarına ihtiyaç vardır. Birçok “büyük” çocuk, yaşam boyunca anneleriyle babalarında gizlice ya da açıktan nefret eder. Onları geçmişteki kötü davranışları, ihmalleri ya da çocuklar arasında ayrım yaptıkları için suçlarlar. Yetişkinlik dönemlerinin merkezi bu nefrettir. Reaktif bir yaşam sürer ve buna eşlik eden senaryoyu da haklı çıkarırlar. Dost ya da düşman-merkezli kişinin güvencesi yoktur. Öz değer duyguları değişkendir, başkalarının davranışları ya da duygusal bir işlevidir. Rehberliği, diğer insanların verecekleri tepkiyle ilgili sezgisiyle sağlar. Bilgeliği ise toplumsal mercek  ya da düşman-merkezli bir paranoya kısıtlar. Bu kişinin hiçbir gücü yoktur. Onun iplerini başkaları çekmektedir.

22.Aileler olmak üzere, örgütlerin temel sorunlarında biri de, kişilerin başkalarının yaşamlarını ilgilendiren kararlara bağlı kalmamalarıdır. Nedense bunu kabullenmiyorlar. Örgütlerle işe başlarken, çoğu zaman hedefleri kuruluşun hedeflerinden çok farklı olan kişiler görüyorum. Genellikle de ödül sistemlerinin, açıklanan değer sistemleriyle hiçbir bakımdan uyumlu olmadığını keşfediyorum. Bir misyon bildirimi geliştirmiş şirketlerle çalışmaya başladığım zaman, onlara şunu soruyorum. “Buradakilerden kaç kişi bir misyon bildiriminiz olduğunu biliyor? Bunun yaratılmasında kaçının katkısı bulundu? Kaçı bunu gerçekten kabullenip kara verirken bir ölçüt olarak kullanıyor?” katılım yoksa bağlı kalınamaz. Bunu yazın, üstüne yıldız işareti koyun, etrafını çerçeveye alın, altına bir çizgi çekin. Katılım yoksa bağlanma da olmaz.

23. Gündelik yaşantımızda özgür irademizi ne dereceye kadar geliştirdiğimiz kişisel dürüstlüğümüzle ölçülür. Dürüstlük temelde kendimize biçtiğimiz değerdir. Kendimize verdiğimiz sözlere bağlı kalma, “özü sözü bir olma” yeteneğimizdir. Kendisiyle gurur duymaktır. Proaktif gelişmenin özü , Karakter Etiği’nin temel bir parçasıdır.

24. Disiplin, mürit, havari ya da öğrenci anlamına gelen, disciple sözcüğünden üretilmiştir. Bir felsefenin öğrencisi, bir değerler dizisinin havarisi, çok önemli bir hedefin, olağanüstü bir amacın, ya da bu hedefi temsil eden birinin müridi gibi. Bir  başka deyişle, kendinizi etkili bir biçimde yönetebiliyorsanız, disiplin de iççinizden gelir. Bu, bağımsız iradenizin bir işlevidir. Kendi derin değerlerinizin ve bunların kaynağının havarisi, müridi sizsiniz ve duygularınızı, ani isteklerinizi, ruhsal durumlarınızı bu değerlere boyun eğdirecek irade ve dürüstlüğe sahipsiniz.

25. EMİRERİ YETKİSİ VERMEK: Temelde iki yetki verme yöntemi vardır: “Emir eri yetkisi vermek” ve “kaptanlık yetkisi vermek.” Emir eri yetkisi vermek,  “şuraya git, buraya git, şunu yap, iş bitince de bana haber ver!” anlamına gelir. Pek çok insan sürekli olarak böyle yetki verir. Ama bu ne kadar işe yarayabilir ki? Hareketlerine teker teker müdahale ederek kaç kişiyi teftiş edebilir ya da yönetebilirsiniz? Başkalarına yetki vermenin çok daha iyi, çok daha etkili bir yöntemi vardır. Bu, başkalarının özgür iradesini, vicdanını, hayal gücünü ve öz bilincini takdir paradigmasına dayanır.

26.KAPTANLIK YETKİSİ VERMEK: Kaptanlık yetkisi vermenin odak noktası yöntemler değil, sonuçlardır. Bu, insanlara yöntemi seçme hakkını tanır ve sonuçlarından sorumlu olmalarını öngörür. Başlangıçta daha fazla zaman gerektirir. Ama harcanacak zaman iyi bir yatırım sayılır. Yetki verdiğiniz kişiye başarısızlığa gidebilecek yolları işaret edin. Ona ne yapmaması gerektiğini söyleyin. Ama ne yapması gerektiğini söylemeyin. Sonuçların sorumluluğunu kendisine bırakın. Gerekli şeyleri, konulan sınırlar içinde yapmasını isteyin.

27. Bazıları, başkalarını sevmeniz için önce kendinizi sevmeniz gerektiğini söyler. Bence bu, değerli bir düşünce.  Ancak kendinizi tanımazsanız, kontrol etmezseniz, kendinize egemen olmazsanız, kendinizi sevmeniz de çok zor olur. Bu ancak kısa vadeli, yüzeysel, ani bir heyecanla sağlayabilirsiniz.

28.İnsanın kendisine olan saygısı, benliğine egemen olmasından, gerçek bir özgürlükten doğar. Özgürlük, bir başarıdır. Karşılıklı bağımlılık ise, ancak özgür kişilerin yapabilecekleri bir seçimdir.

29.Herhangi bir ilişkiye kattığımız en önemli unsur sözlerimiz ve hareketlerimiz değil, ne olduğumuzdur. Sözlerimizle davranışlarımızın kaynağı kendi özümüz(Karakter Etiği) değil de, yüzeysel insan ilişkileri teknikleriyse (Kişilik Etiği) karşımızdakiler bu düzenbazlığı sezinlerler. O zaman etkili bir karşılıklı bağımlılık için gerekli temeli yaratıp sürdürmeyi başaramayız.

30.Başkalarının istedikleri ya da gereksinim duyduklarını düşündüğümüz şeyleri, kendi yaşam öykümüzden yola çıkarak belirleme eğilimimiz vardır. Böylelikle, başkalarının davranışlarına kendi amaçlarımızı yansıtırız. Bir yatırımın ne olduğunu, hem şimdiki, hem de aynı yaşta ya da aynı yaşam dönemecindeyken sahip olduğumuz gereksinim ve isteklerimize dayanarak yorumlarız. Karşımızdakiler çabalarımızı bir yatırım olarak yorumladıkları zaman da bunu iyi niyetle yaptığımız çabaların reddi olarak algılarlar ve vazgeçeriz.

31. Altın kural şudur. “Başkalarına, onların size yapmalarını istediğiniz şeyleri yapın.” Yüzeysel olarak bu, sizin için yapılmasını istediğiniz şeyleri, sizin de onlara yapmanız anlamına gelebilir. Ama bence temelde bu sözlerin anlamı; birey olarak sizi anlamalarını istediğiniz gibi, derinlemesine anlamak, sonra da onlara bu anlayışınız açısından yaklaşmaktır. Başarılı bir babanın, çocukların yetiştirilmesi konusunda dediği gibi : “Onlara değişik biçimlerde davranarak hepsine aynı şekilde davranın.”

32.Dürüstlük doğruluğu içerir, ama ondan da öte bir şeydir. Doğruluk, gerçeği söylemek; yani sözlerimiz gerçeğe uydurmak. Dürüstlük ise, gerçeği sözlerimize uydurmak; yani sözümüze bağlı kalmak ve beklentileri gerçekleştirmektir. Bunun için öncelikle kendine, ama aynı zamanda dünyaya karşı bir karakter bütünlüğü gerekir. Dürüstlüğü kanıtlamanın en önemli yollarından biri, o sırada yanınızda olmayan kişilere sadakat göstermektir. Bunu yaparken yanımızda olanlara da güven veririz. Orada olmayanları savunurken, olanların güvenini korursunuz.

33.Güvenilmek sevilmekten daha yücedir derler. Uzun vadede güvenilmek, sevilmek anlamına gelir, bundan eminim.

34. “Yalan, aldatmak amacıyla söylenen herhangi bir sözdür ya da davranıştır.” İster sözlerimiz, ister davranışlarımızla iletişim kuralım, dürüst bir insansak, amacımız aldatmak olmaz.

35.Kişinin acıyarak değil de, içinden gelerek  özür dilemesi için karakterinin iyice güçlü olması gerekir. Bir insanın içtenlikle özür dileyebilmesi için kendine hakim olması, temel ilkeler ve  değerlerin sağladığı köklü bir güven duygusunun bulunması gerekir. İç güveni olmayanlar bunu yapamazlar.

36. “Zalim olanlar, zayıflardır. İnceliği sadece güçlülerden bekleyebilirsiniz.”

37. Hata yapmak başka, bunu itiraf etmemek başkadır. İnsanlar yanlışları affeder, çünkü yanlışlar genellikle zihinseldir, yargı hatasıdır. Ancak insanlar yürekten yapılan hataları; kötü niyeti, kötü amaçları, ilk hatayı örtbas etmek için tepeden bakarak mazeret bildirimi kolay kolay affetmezler.

38.Sevgi koşula bağlı olarak verildiği, sevgiyi kazanmak zorunda kalındığı zaman onlara aslında değerli ya da sevilecek kişiler olmadıkları mesajı iletilir. Değer, onların içinde değil dışındadır. Biriyle ya da bir beklentiyle kıyaslanma sonucu elde edilir. Bir çocuk önce annesiyle babasının kendisini kabul etmesini ister, sonra da yaşıtlarının. Bunlar kardeşleri de olabilir, arkadaşları da.  Yaşıtların bazen ne kadar zalim olabildiklerini ise hepimiz biliriz.

39. Baskı altında tutulan duyguların diğer belirtisi de haddinden fazla öfke ve hiddet, basit olaylara aşırı tepki ve kuşkuyla karışık alaydır. Duygularını sürekli baskı altında tutan, onları aşarak daha yüksek hedeflere doğru gidemeyen insanlar, bunun kendilerine olan saygılarının ve sonunda da başkalarıyla olan ilişkilerinin niteliğini etkilediğini görürler.

40. Bazı insanlar merkezlerine düşmanı öylesine yerleştirir, başka birinin davranışlarına öylesine saplanırlar ki, o kişinin kaybetmesinden başka bir şey istemezler. Bu, kendilerinin de kayba uğraması anlamına gelse bile aldırmazlar. Düşmanca bir çarpışma felsefesidir: Savaş felsefesi!

41. Kalbin, mantığın hiç bilmediği nedenleri vardır.

42. Genellikle önce anlaşılmak isteriz. Çoğu insan karşısındakini anlamak amacıyla değil, yanıtlamak amacıyla dinler. Ya konuşurlar ya da konuşmaya hazırlanırlar. Her şeyi kendi paradigmalarının eleğinden süzüp başkalarının yaşamlarını kendi özyaşamlarıyla özdeşleştirirler.

43. Empati, sempati değildir. Sempati, bir tür anlaşma, bir tür yargıdır. Bazen de daha uygun düşecek bir duygu ve karşılık verme biçimidir. Ama insanları çoğu zaman sempatiyle dinlemenin özü, karşınızdakiyle aynı fikirde olmanız değildir. Onu tam anlamıyla, derinlemesine, hem duygusal, hem de zihinsel açıdan anlamanızdır.

44.Aslında iletişim uzmanları, söylediğimiz sözlerin iletişimizin ancak yüzde onunu temsil ettiğine inanıyorlar. Yüzde otuzu çıkardığımız sesler, yüzde altmışı ise vücut dilimiz temsil ediyor.

45. İnsan motivasyonu alanındaki en büyük kavramlardan biri şudur:Giderilmiş gereksinimler motivasyon işlevi görmez. Motivasyonu sağlayan, sadece karşılanmamış gereksinimlerdir ve bir insanın, fiziksel yaşamını sürdürme isteğinden sonraki en büyük gereksinimi psikolojik canlılıktır, yani anlaşılmak, onaylanmak, takdir edilmektir.

46. İyi bir anne ya da baba değerlendirmeden ya da karar vermeden önce anlar. Doğru yargıya varmanın anahtarı anlayıştır. Önyargılı bir insan, hiçbir zaman tam olarak anlayamaz.

47. Bu beceri; yani, empatiyle dinleme denilen buzdağının ucu dört gelişme evresini içerir.

a.      Bunlardan birincisi ve en az etkili olanı içeriği taklit etmektir.

b.      Empatiyle dilmemenin ikinci evresi ise içeriği başka şekilde ifade etmektir. Bu biraz daha etkilidir, ama hala sözlü iletişimle sınırlıdır.

c.       Üçüncü evre sağ beynimizi devreye sokar. Duyguyu yansıtırız.

d.      Şimdi; empatiyle dinlemenin dördüncü evresinde yararlandığınız zaman olanlar, gerçekten inanılacak gibi değildir. Karşımızdakini gerçekten anlamaya çalışır, içeriğini kendimizce ifade eder ve duyguyu yansıtırken ona psikolojik soluma olanağı tanımış olursunuz. Ayrıca onun duygu ve düşüncelerini incelemesine de yardım edersiniz. Karşınızdaki, onu dinlemeyi ve anlamayı içtenlikle istediğinize gitgide daha fazla inanıp güveni artarken, içinden geçenlerle size söyledikleri arasındaki engeller ortadan kalkar. Böylece ruhtan ruha akım başlar. Artık karşımızdaki belirli bir şeyi hissederken, size bununla ilgisi olmayan sözlerde söylemez. En derin, savunmasız duygularını ve düşüncelerini size açıklayabileceğine inanır.

48.Sinerji nedir? En basit tanımıyla, bir bütünün parçalarının toplamından daha büyük olması demektir. Parçanın birbiriyle olan ilişkisinin , kendiliğinden ve kendi başına bütünün bir parçası olması demektir.

49. İki insanın anlaşamamaları, ama ikisinin de haklı olması mantığa uygun mudur? Hayır, aklın mantığına uygun değildir. Ama ruhsal mantığa uygundur, yani psikolojidir. Üstelik bu son derece gerçek bir durumdur.

50. “Okumayan bir insan, okumasını bilmeyen bir insandan daha iyi durumda sayılmaz.”

51. “Bir adama onun olduğu gibi davranırsınız, olduğu gibi kalır. Bir insana olabileceği, olması gerektiği gibi davranırsanız, olabileceği ve olması gerektiği gibi olur.”

52. “Vicdanın sesi o kadar nazlıdır ki boğmak çok kolaydır. Ama bu sesi aynı zaman da öyle berraktır ki, başka bir şeyle karıştırmak olanaksızdır.”

53. Vicdan, doğru ilkelere uyup uymadığınızı sezen ve bizi onların düzeyine yükselten bir doğal veridir; tabii, bozulmamışsa, formundaysa.

54. “Çocuklarımıza bırakabileceğimiz, dayanıklı bir miras var; biri kökler, diğeri ise kanatlar.”

55. Düşüncesinin ana dokusunu değiştiremeyen bir insan, gerçeği hiçbir zaman değiştiremez. O nedenle de hiç ilerleyemez.

 

ETKİLİ İNSANIN YEDİ ALIŞKANLIĞI

             

·        PROAKTİF OL

·        SONUNU DÜŞÜNEREK İŞE BAŞLA

·        ÖNCELİKLİ İŞLERİ ÖNE AL

·        KAZAN/ KAZAN DİYE DÜŞÜN

·        ÖNCE ANLAMAYA ÇALIŞ, SONRA  ANLAŞILMAYA

·        SİNERJİ OLUŞTUR

·        BALTAYI BİLE


Stephen R. Covey'in diğer kitapları

20 Kas 2010

1-Öksürüğe karşı Vicks. Ama....... 2-KALP KRİZİ VE FELÇ DE FAYDASI OLABİLECEK BİLGİLER




 
1-Öksürüğe karşı Vicks. Ama...

 

 

Bir eczacıdan gelen bir maili sizinle paylaşmak istedim.


“Ayak tabanlarımızın yağı emen özel bir yapısı vardır.

Bu nedenle eğer tabanınıza örneğin sarmısak sürerseniz yaklaşık 20 dakika sonra tadını ağzınızda alırsınız.

Bunu bulan bilim adamları nedenini bilmiyor henüz ama bu etki bize bir tedavi olarak geri dönüyor.

Özellikle çocuklarda (ve tabi büyüklerde) gece uyutmayan şiddetli öksürük durumunda

Ayak tabanınıza güzelce Vicks merhem sürün ve kalın bir çorap giyin.

Beş dakika içinde öksürüğün kendiliğinden geçtiğini göreceksiniz.

Her zaman %100 çalışır ve çocuklara ağır öksürük ilaçları vermekten daha etkilidir.”

Denemesi bedava...

 
 

 


 


 

 2-KALP KRİZİ VE FELÇ DE FAYDASI OLABİLECEK BİLGİLER

 



Bir Çinli Profesörden.

Bunu yapmak için evinizde bir şırınga veya iğne bulundurun... Bu çok şaşırtıcı ve bir kalp krizinden kurtarmanın alışılmamış, bilinmeyen bir yoludur. Sonuna kadar okuyun, bir gün birisine faydası olabilir.

İnanılmaz.

Lütfen bu bilgiyi elinizin altında bulundurun. Mükemmel ipuçları.

Bunu okumak için bir dakikanızı ayırın.

Hiç belli olmaz. Birisinin yaşaması size bağlı olabilir.

Babam felçliydi ve daha sonra kalp krizi sonucu öldü. Keşke bu ilk yardımı önce biliyor olsaydım.

Kalp krizi başlayınca, beyindeki kılcal damarlar patlamaya başlar. (Irene Liu)

Kalp krizi başladığında, sakin olun.

Hasta nerede olursa olsun, onu hareket ettirmeyin. Çünkü eğer hareket ettirilirse, kılcal damarlar patlayacaktır.

Hastayı, düşmesini engellemek için oturur konuma getirin ve ardından kan akıtmaya başlayabilirsiniz.

Eğer evinizde bir şırınga varsa, bu en iyisidir.

Aksi takdirde, bir dikiş iğnesi ya da düz bir iğne de olabilir.

1. Enjektör / iğneyi sterilize etmek için ateşe tutun ve daha sonra 10 parmağının da ucuna iğne batırın.

2. Hiçbir özel akupunktur noktası söz konusu değildir. Sadece tırnaktan yaklaşık bir mm kadar derine iğne batırın.

3. Kan çıkana kadar iğne batırın.

4. Kan damlamazsa, parmaklarınız ile sıkın.

5. Tüm 10 parmak da kanayınca, birkaç dakika bekleyin, sonra hastanın bilinci yerine gelecektir.

6. Eğer hastanın ağzı çarpılmışsa, kulakları kızarana kadar sıkın.

7. Sonra her bir kulak memesinden ikişer damla kan gelene kadar her kulak memesine iki kez iğne batırın.

Birkaç dakika sonra hastanın bilincinin yerine gelmesi gerekir.

Hasta herhangi bir anormal belirti olmaksızın normal haline dönünceye kadar bekleyin ve ardından hastaneye götürün.

Eğer hasta bunlar yapılmadan aceleyle bir ambulansa koyulup hastaneye götürülürse, sarsıntılı yolculuk beynindeki bütün kılcal damarların patlamasına neden olacaktır.

Eğer hayatı kurtulur ve zar zor yürümeyi becerebilirse, bu atalarının kerametindendir.

'Ben hayat kurtarmak için kan akıtmayı, bir geleneksel Çin doktordan öğrendim, Ha Bu Ting, Sun Juke'ta yaşıyor.

Ayrıca, bununla ilgili bir deneyimim de oldu. Bu nedenle, bu yöntemin % 100 etkili olduğunu söyleyebilirim.

1979 yılında, Tai Chung'daki Fung GAAP Kolejinde ders veriyordum.

Bir öğleden sonra, bir sınıfta ders anlatırken bir öğretmen benim sınıfıma koşarak geldi ve nefes nefese dedi ki,

'Bayan Liu, çabuk gelin, bizim yönetici kalp krizi geçiriyor!' Hemen 3. kata gittim.

Yöneticimiz Bay Chen Fu Tien'i gördüğümde rengi gitmiş, konuşması peltek, ağzı çarpılmıştı ve bir kalp krizinin tüm belirtileri mevcuttu.

Hemen Bay Chen'in 10 parmağının uçlarına batırmak için, bir uygulama öğrencisinin okulun dışındaki eczaneye şırınga almaya gitmesini istedim.

10 parmağı da kanamaya başlayınca (her bir parmaktan bir bezelye büyüklüğünde kan damlıyordu), birkaç dakika sonra, Bay Chen'in yüzüne renk geldi ve gözleri anlamlı bakmaya başladı.

Ama ağzı hala çarpıktı. Bu yüzden kulaklarını kan ile doldurmak için sıktım.

Kulakları kızarınca,

Sağ kulak memesine iki damla kan akması için iki kez iğne batırdım.

Her bir kulak memesinden ikişer damla kan gelince, bir mucize oldu.

3-5 dakika içinde ağzının şekli normale döndü ve konuşması netleşti.

Onu bir süre dinlendirdik ve sıcak bir fincan çay verdik, sonra onu merdivenlerden aşağı inmesine yardımcı olup Wei Wah Hastanesine götürdük. Bir gece dinlendi ve ertesi gün ders vermek için okula dönmek üzere taburcu edildi. Her şey normale döndü.

Sonrasında hiçbir hastalık etkisi kalmamıştı.

Öte yandan, normal bir kalp krizi hastası genellikle hastane yolunda beyindeki kılcal damarlarda onarılamaz patlamalar yaşıyor.

Sonuç olarak, bu hastalar hiçbir zaman iyileşmiyor.' (Irene Liu)

Kalp krizi ikinci ölüm nedenidir.

Şanslı olanlar hayatta kalır ama ömür boyu felç kalabilir.

Bu bir insanın hayatında olabilecek çok korkunç bir şeydir.

Eğer hepimiz bu kan akıtma yöntemini hatırlarsak ve hayat kurtarma işlemlerini kısa süre içinde başlatırsak, hasta canlanacak ve % 100 normale dönecektir.
alıntı.

MÜMKÜNSE OKUDUKTAN SONRA BİR BAŞKASINA YÖNLENDİRİN lütfen. BELKİ KALP KRİZİ GEÇİREN BİRİSİNİN HAYATINI KURTARMAYA YARDIMCI OLUR.

 


SAYGILARIMLA,


 

 

 

__._,_.___

 




--
 





--
Levent Kafadar
http://corbanintuzu.blogspot.com

Bırak
hayatına eşlik etmek isteyenler gelsin seninle...Herkesin gideceği
bir yol vardır. Sen yeter ki yanında yer ayırmayı bil...Ne sen
kimse için mecburi istikametsin, Ne de bir başkası senin için
çıkmaz sokak...''

11 Kas 2010

Hal Tercümesi [şiir]


Makama, şöhrete gözüm tok benim

Gir bak yüreğime gel de gör beni

Zirvede, tepede işim yok benim

Garibin geçtiği yolda gör beni

 

O’na yar olmuşum, O’nun kuluyum

Mazimin yarına giden yoluyum

Hem çağdaşım, hem de Anadoluyum

Ne sağda gör, ne de solda gör beni

 

Gönül şifa bulur dost nefesinden

Gönül ehli anlar gönlün sesinden

Anlamam Mozart’ın senfonisinden

Yanık yanık çalan telde gör beni

 

Her yiğidin bir muradı var ama

Hiçbir murat merhem olmaz yarama

Hatunların kucağında arama

Anamın sardığı kolda gör beni

Uğur IŞILAK


9 Kas 2010

8 Kas 2010

Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan...............

Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümsemeye sebep olmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.

Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan "Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?" diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin.Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz.

 

Sen, "Ama senin için şunu yaptım" derken o, "şunu yapmadın" diye cevap verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın.Özledin, içtin, ağladın,güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın."Peki o ne yaptı" deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta. Sen aşkını doya doya  yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın.

 

Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. "Acılara tutunarak" yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani,yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil. Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki.... Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor.Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana.Yine içecek,ağlayacaksın,düşüneceksin,…...

Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun asl olan yürektir.Yürek sesi ne bilmeyenler, yada bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe hasret günler. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini...

Mehmet Coşkundeniz