29 Nis 2010

Bir adım gerisi

Hayatta öyle anlar vardır ki, o anın bir adım gerisinde olmak istersin. Yaşadığın o anı yaşamamış olmayı, duyduğun o haberi duymamış olmayı dilersin. Öyle bir haberdir ki bu, beklenmediktir. Anidir. İstenmediktir. Ama gelmiştir. Olmuştur. Bitmiştir… Yoktur dönüşü…
Bazen sevdiği ile tartışır insan… Çıkar gider… Sinirle… Döndüğünde sevdiğini orada bulacağım zanneder. Belki oradadır… Ama belki de…

Deriz ki…

Bir ara söylerim duygularımı… Şimdi değil…

Teşekkür ederim nasılsa…

Sevdiğimi biliyordur zaten…

Çok şımartmamak lazım insanları…

İşlerim bir bitsin de…

Yoğunum bu ara…

Aklımda ya, arayacağım…

Şu proje geçsin…

O da bitsin…

Bu da…

Aaa, gitmiş

Ama…

Hayırdır?!

Hayat garanti mi vermişti?

Maalesef…

İade şansı yok…

Belki okuyanlar olmuştur. Radikal Gazetesi yazarı Kaan Sezyum 3 Mart’ta eşini kaybetti. “Hayat ve Anlamı” diye bir yazı yazdı… Yazmak değil aslında, kalbini damıtmış. Yazı uzun bir yazı… Kısa bir bölümü ise aşağıda…

*****

Hayat ve Anlamı

"Geçen haftadan beri hayatımın pek bir anlamı yok gibi geliyor...

Ne yazılarımı okutacağım birisi, ne sabah güldüğümüz birisi, ne de balkonda kuşları yemlediğimiz birisi var yanımda...

Yok yani...

Yokluk kendisini zamanla hissettiren bir şey...

Varken olanı hissetmiyorsunuz, yokken de olmayanı hissediyorsunuz, garip...

***

'Küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek lazım' gibi zırvalar vardır ya, işte biz aynen o laflardaki gibiydik...

Küçük ama mutlu bi hayatımız vardı. Dolaptan kestiğim bi parça kaşar peynirine sevinirdi...

Susadığı zaman götürdüğüm bi bardak suyun yüzünde yarattığı mutluluğu görmeniz gerekirdi beni anlamanız için...

Sabahları sağlıklı olalım diye tek bi aspirini içip "Şimdi mükemmel olduk" diye salak salak sevinirdik...

Bahar geldiğinde balkonu çevreleyen ağaçların yaprakları yeşerip her yer yemyeşil olduğunda dünyanın en mutlu ikilisi olurduk...

İnsan burnuna Çin yağı sürüp uyuyacak diye sevinir mi?..

Bazısı seviniyormuş, o da bana denk gelmiş...

Şans işi işte....

***

Krediler tamamlanmadan kaçtı gitti, bizim krediler de yandı badem oldu... Daha öğrenecek çok şeyim vardı...

Beni hayata bağlayan şeydi kendisi...

O gidince iyice saçma sapan bir insan olacağım gibi hissediyorum...

Bana kızacak, yaptıklarıma laf edecek ya da beni çekip çevirecek birisi yok şimdi...

Dımdızlak kaldım evde, bir de kucağımda Tortor var, mal gibi salonda kanepede oturuyoruz, ağaçların gölgelerine bakıyoruz işte...

Durum böyle olunca hayatın da anlamını görmeye başlıyorum ağırdan. Hayatımızın anlamı anılarımızmış, onu fark ediyorum bi kez daha...

***

Güneş doğuyor, güneş batıyor, haberlerde saçma sapan şeyler, iş yerindeki sıkıntılar, kişisel çekişmeler filan acayip fasa fisoymuş...

Bi kere daha ayılıyorsunuz... Ama narkozdan hızlı çıkmak da bi kafa yapıyor...

Anlamsızlık içinde buluyorum kendimi sık sık... Evinde oturan ve yaşadığı hayatın bomboş olduğunu gören bir emekli gibiyim...

Naapalım, piyango bu sefer bana çıktı, yarın başkasına çıkacak, sonraki gün de bir başkasına... Çekiliş hep devam edecek...

***

Anne, baba, kardeş, anneanne, dede, babaanne, sevgili, eş, çocuk, dost…

Kimlerse sevilen…

Yanaklarından öpmek…

Sımsıkı sarılmak…

Öperken içine “mis” gibi kokuyu çekmek…

Omzuna yatmak…

Sevilenin sesini duymak…

Gülümsemek…

Gülümsetmek…

Gerek…

Ne zaman mı?

Yaşamın bir adım gerisinde olmayı dileyeceğimiz “an” gelmeden…

Sevgilerimle,
Selin Alemdar
GEL-ENEK Yöneticisi - Eğitmen
Gönderen İZGÖREN&AKIN

Hoşgörü

1950’li yıllar, Büyükada’da bir cenaze merasimi var. Ardından camiye gidiliyor, camide mevlit okunacak. İçeride yirmi Müslüman Türk, otuz Hıristiyan Rum, on Musevi vatandaşımız var. Hepsi caminin içinde gözyaşı döküp, mevlidi dinliyorlar. Çıkışta da sarılıyorlar birbirlerine, öyle ayrılıyorlar.





Böyle bir hoşgörü kültürünü dünyanın çok az ülkesinde görürsünüz. Bu bizim ülkemize hastır.
Hermann Hesse’nin bir şiiri:

“İster ata ister taşıta bin
Ha iki olmuşsun ha üç
Son adımı tek başına atacaksın
Ne kadar güç.”

İnancı, ırkı ne olursa olsun birbirini ilk adımında, son adımında yalnız bırakmayanların ülkesiydi burası.

1930-1950 yılları arası, Kayseri’de nüfus 80.000 iken 10.000 Ermeni vatandaşımız yaşamaktaydı. Ramazanda hiçbiri dışarıda bir şey yemez ve Müslüman gibi yaşarlar, Ramazan Bayramı’nda da karşılıklı ziyarete giderlerdi. Çocuklar Türk-Ermeni ayırt etmeden el öper, bahşiş alırlardı. Sorun Kayseri’nin eskilerine, Anadolu’nun eskilerine, anlatsınlar.

Balkan Savaşı döneminde Yunanistan’dan, Girit’ten kaçıp Türkiye’ye gelen Türklerin çoğu, yolda çeteciler çalmasın diye, altınlarını komşularına bıraktılar ve geri gidip alamadılar. Otuz yıl sonra bile Yunanlı kalktı, geldi, buldu komşusunu Türkiye’de, verdi parayı, sarılıp ağlaştılar.

Anadolu’nun kültürü yardımlaşma, sevgi, hürmet üzerine kuruludur. Çürür mü? Bilmem.
Aranızda anne-babasını kendi seçmiş olan, “Ben şu ülkede doğayım, mümkünse ırkım da şu olsun!” demiş olan var mı? Yok.

O zaman Türk de doğabilirdiniz, Rum da, Kürt de, Çingene de. Elde var bir. Aranızda kendi anne-babasının inancı dışında bir inancı olan, farklı bir dine mensup olan kaç kişi var? Yüzde bir, bilemedin iki-üç.



Onlar da çoğunlukla büyük kentlerde yaşayan bir grup. “Annem, babam Allah’a tapıyordu ama ben paraya tapıyoruum, ciksim ben, vauuv” grubu. O zaman bunları kendimiz belirlemedik. Kendimizin belirlemediği inanç ve ırklarımızın, başkalarınkinden daha üstün olduğu, daha iyi olduğu varsayımı, inanıp da üzerine ideoloji oluşturabileceğiniz en saçma tezdir.

Hitler sağ değil ya, atıp tutuyoruz, idare edin. Bu arada PKK’nın siyasi kanadının (partinin adı devamlı değişip durduğu için asıl sıfatını yazıyorum), Kürtçü, ırkçı siyasetin başındaki adamın Türk diye soyadı olması ne yaman çelişkidir.

Sen kendini üstün sanırsın, o kendini üstün sanır, öyle uğraşır durursun. Bana öyle geliyor ki:
Farklı farklı evlerde, farklı dillerde aynı Allah’a dua edip duruyoruz.
Eminim ateistler de kozmik gücü çok beğeniyorlardır.
Hepimizin inancı saygıyı, hürmeti çok hak ediyor. Çünkü ancak o zaman kendi inancın da hürmet görür. Bunu söylemeyi en çok hak eden insanların olduğu ülkede yaşıyorsunuz.

Kani Karaca Ramazan’da, İstanbul Yeni Cami’de mevlit okurken, dönemin Ortodoks Patrik’i onu dinlemeye gelirmiş. Gözleri görmeyen Kani Karaca’nın kulağına fısıldarlarmış Patrik’in geldiğini. Karaca da Patrik’in sevdiği makamdan okurmuş mevlidi.
Yeryüzünde yaşayan insanlar sadece insan oldukları için saygıyı hak ediyorlar.
Adam kendi kötüyse herkesi kötü görür, kendi iyiyse herkesi iyi.
Polyannacılık oynamayın ama “O da mı kötü, bu da mı kötü?” gözüyle bakarsanız, deliğinden çıkamayan korkaklar gibi bakarsınız etrafa.




Kaynak: Supermen Türk Olsaydı Pelerinini Annesine Bağlardı kitabından alınmıştır.

27 Nis 2010

Ölümüne terkedilmek!

Kadın gözlerini ufka dikmiş dizinde yatan çocuğun saçını
okşuyordu."Bir gün, ölürsem üzülürmüsün" dedi.Sanki bir gün öleceğini
bilir gibi.
Çocuk "Anne ölüm ne demek"dedi.Sanki hiç ölümü duymamış gibi.Ölüm dedi
kadın...Önce biraz yutkundu.Sonra kısa bir sessizlik oldu.
Ölümdedi kadın"Gidipte dönmemek.Yanında olman gerekenleri istemeden terketmek."
Çocuk istemeden terkedilmek istemiyordu.Gelecekte istemeden
terkedeceğini bilmeden.
"Anne çok üzülürüm" dedi çocuk. Anne ve çocuk yutkundu.Kadın bunu
neden söylediğini bilmiyordu.Çocuk, annesinin ölümene terketmesinden
korkuyordu.

Aradan aylar geçti kadında çocukta ölümü unuttu.Kadın bayram
arifesinde ertesi gün için hazırlanıyordu.
Sabah kendine en çok yakışan elbiseyi giyecekti.Henüz ne giyeceğini bilmeden.
Çocukları bayram olacak diye seviniyor, kendilerince oyunlar
oynuyordu.Oyunun adı tüfekle kapıdaki takvimi vurmaktı.
Küçük çocuk bunun tehlikeli olduğunu biliyordu.Ama henüz sözü abisine
geçmiyordu.
Çocuk "Babam kızar tüfekle oynama dedi"Abisi"Babam kurbanlık almaya
gitti, hemen gelmez dedi"Henüz kurbanın kim olduğunu bilmeden.
Küçük kardeş odayı terketti.Salona annesinin yanına gitti. Anne ne
yapıyorsun dedi"Yarın için hazırlık yapıyorum,sana tatlı yapacam"
dedi.
Çocuk "Yarın kurban bayramı tatlı olmaz ki" dedi bilmiş haliyle.Kadın
çocuğa sarılıp yanağından öptü.
"Sen bu kadar tatlıyken tatlıya ne gerek var, kurban olduğum" dedi.
Henüz kurbanın kim olduğunu bilmeden.
Kadının aklına ocaktaki yemek geldi.Telaşla mutvağa yöneldi.Çocukta
peşinden.Kadın telaşla mutvağın kapısını açtı.
Tüfekle oynayan çocuk telaşla tetiğe bastı. Kadın telaşsız bir şekilde
kirişe yığıldı.
Çocuk telaşla bağırdı"Anne sakın ölme, sakın beni terketme,nereye
gittiysen geri dön ya da gittiğin yere beni de götür anne..."

Hepimiz bu hayatta bir yerlere gideriz.Her gideceğimiz yeri önceden biliriz.
Bazen hazırlıklı gideriz, bazen yolda hazırlanırız. Ama her gidilen
yer mutlaka bir hazırlık ister.
İş için gidilecek yere çalışmalarımızı götürürüz. Tatil için
gideceğimiz yere elbiselerimizi.
Her yerin ama gidilecek her yerin mutlaka bir hazırlığı vardır.
Peki asıl gideceğimiz yer için ne kadar hazırız? Herkes gideceği yer
için kendince hazırlanır.
Kimi tatile beş valizle gider, kimi için sırt çantası yeter. Peki sana
ne kadarı yetiyor?
Gideceği yeri bilen kendine ne kadar yeteceğini bilir.Ya gideceğin
yeri bilmiyorsan, ne kadarı yeterlidir?
Dünyada gidilecek her yer hakkında bir bilgi vardır. Yeter ki insan
gidilecek yeri merak etsin.

Her giden arkasında birşeyleri bırakır.İş,eş,çocuk,para...Her giden
peşinden mutlaka bir iz bırakır. Peki, sen peşinde nasıl bir iz
bıraktın?
Herkes peşinde iyi bir iz bırakmak ister. Bunun için gece gündüz
çalışır,sanki hiç gitmeyecekmiş gibi.Sanki bir gün ölmeyecekmiş gibi.
Herkes başta deli gibi sever sanki bir gün terketmeyecekmiş gibi.
İsteyerek ama isteyerek herkes birgün, birilerini ölümüne terkeder.
İnsan ölünce istemeden terkeder.Peki, sen ölmeden kimi dönmemek üzere
terkettin?
Herkes bu dünyada iyi bir iz bırakmak ister. Peki sen, ölümüne
terkedeceklerinde nasıl bir iz bıraktın.

Çocuk bayramlıklarını giydi sanki bayramın bir anlamı varmış gibi.
Kadına bayramlığını giydirdiler sanki bayrama gidiyormuş gibi. Çocuk
annesini düşündü,içi üşüdü.
Dışardan sesler geliyordu.Çocuk telaşla belki annemdir diye kapıya
koştu.Gelen annesiydi.Kalabalığın ortasında,tam olması gereken
yerde,omuzların üstünde.
Omuzların üstünde taşınıyordu, belliki sadece kendi değil herkes
annesini seviyordu.
Anne diye koştu, biri elinden tuttu. Sonra kulağına eğilip her çocuğa
söyleneni söyledi. "Bak annen melek oldu,sana yukarıdan
bakacak,sanmaki seni terketti."
Oysa ki onun annesi zaten bir melekti, her anne gibi. Melek olmak için
7 yaşında çocuk terkedilmezdi.
Çocukluk aklı işte.Herkes bir gün birilerini terkeder.Mesele geride
ne bıraktığınla ilgili.

Anne geri bıraktığın seni özledi.Zaman önceleri yavaş sonraları çok
hızlı geçti.Sonra çocuk seni özlediği günleri özledi.
Çünkü insan zamanla ölümüde unutuyor, ölenleride. İnsan ancak böyle dayanıyor.
Çünkü yoku var eden yokluğunda sabrını veriyor.Herkes ölüyor mesele
ölümü kabullenmekte.
Herkes bu dünyaya bir iz bırakıyor.İzinden yürüyorum ANNE...

Dönüşüm Konağı
Ayhan Acar

BlogmaBilgi: 100. GOL

BlogmaBilgi: 100. GOL

24 Nis 2010

Biz farklıyız,Biz beraberiz...

Onlar, yüzyıllardır aynı topraklardan beslenip, aynı havayı soluyorlardı. Onlar, farklılıklarına rağmen, aynı bahçede kök salabiliyorlardı. Aynı yağmurlarla beslenip, aynı güneşle ısınıyorlardı. Farklıydılar; renkleri, sesleri, tatları, hayatı anlamaları farklıydı.
Aldıkları farklı, verdikleri farklı ama amaçları ortaktı. Her biri, yapıp ettiğiyle ister istemez bahçeyi büyütüyordu.
Çeşitlilik, toprağa bereket ve zenginlik getirmişti. Duymayan kalmamıştı onları…Tatmayan kalmamıştı o toprakta yetişen meyvaları…
Sonra, bir gün bahçeyi talan etmek isteyenler geldi; Gelenler, bereketin ve zenginliğin sadece topraktan ileri geldiğini zannedenlerdi; Kurnaz ve bir o kadar kördüler. Birlikte hareket eden bütün farklılıkları ayırmak istediler. Bütün renklerin, seslerin, anlayışların arasına ayrık tohumu ekmeyi denediler.
Her birine gizlice ilişip zehirlemek istediler;
Dediler ki ona; Sen, farklısın!
Dedi ki; Bunda ne var?
Dediler ki; Sen farklısın ve bu seni üstün yapar. Avantajının farkında mısın?
Dedi ki; Ben zaten avantajlıyım, dahası ne isterim?
Dediler ki; Herkes için yapacağına, kendine yapsan daha güçlü olursun.
Dedi ki; Ben zaten kendim için yapıyorum, yoksa nasıl paylaşırım?
Dediler ki; Sen farklısın, sana ayrıcalık lazım.
Dedi ki; Ben zaten hak ettiğimi alıyorum, ayrıcalık bana ne lazım?
Bunun üzerine daha bir şey diyemediler. Tekrar gelmek üzere ant içip gittiler.
Kurnazların mayası o topraklarda tutmamıştı. Bahçeyi birlikte büyütenler, tuzağa düşmemişti…
Ta ki, ortak amaçlarından şüpheye düşünceye kadar "

---------------------

Verdiğiniz tepkiler işe yarıyor mu peki? Bir şeyler iyi yönde değişiyor mu? Ne için tepki verdiğinizi biliyor musunuz?
Tepkileriniz farklılıkları birleştiriyor mu, yoksa ayırıyor mu?

Baktığınız zaman insanlar bir arada olmak zorunda değillerdir. Hiç kimse kendisinden farklı olan birilerine katlanmak zorunda değildir. Hiç kimse kendisine tıpa tıp zıt biriyle yaşamak zorunda değildir.
Ta ki, ortak bir faydada buluşuncaya kadar. İnsanları bir araya getiren şey ortak amaçtır. Bir ailenin, bir şirketin, bir ülkenin, insanları ancak ortak çıkarları varsa birliktedir. Bir ülkenin insanları, ortak bir amaçta buluşmuyorsa, kolay dağılırlar.
İnsanların çıkarları farklıysa, çatışma olur, yoksa doğuştan özelliklerinin farklı olması onları ayırmaz.
İşaret edilenle niyet edilen farklıysa insan yanılabilir…

İnsanları ortak amaçlarından şaşırtmak için, onları şüpheye düşürmek için, gereken tek şey fitnedir.
Fitne, mevcut düzeni, işleyen bir sistemi bozmak demektir. Bu sistem, yıllardır üretim yapan bir şirkete ait olabilir.
Bu sistem, insanların beraber yaşayabildiği bir ülkeye ait olabilir. Bu sistem, geçimini sağlayabilen bir ailenin olabilir. Nerede olursa olsun, fitnenin bulaştığı sistem bozulmaya başlar. Fitnenin temas ettiği her şey yıkılır.
Bir martıya,
-Sen ne saçma uçuyorsun, kanatlarını öyle çırpmaman lazım, dediğinde
onun sistemine fitne sokmuş olursun. O yüzden martı seni duymaz ve uçmaya devam eder.
Martı tuzağa düşmez ama insanoğlu bunu yapamaz. İnsan şüpheye düşebilir, eğer amacının nedenlerini bilmiyorsa. Nedenleri güçlü değilse, fitneyle ilk temasta yıkılır. Bu coğrafyada insanlar neden beraber yaşadıklarını bilmiyorlarsa,
Neden birlikte bir amaç için hareket ettiklerini bilmiyorlarsa,
Neden farklılıkları kabul ettiklerini bilmiyorlarsa,

Neyi neden yaptıklarını bilmiyorlarsa,
fitneyle karşılaştıklarında, yaptıklarından şüpheye düşerler. O zamana kadar ne yaptılarsa hepsi yıkılır.
İnsanlar dağılmaya ve ülkeler bölünmeye başlar.

Bir yerde farklılıklara saygı duyulmuyorsa orada zenginlik yoktur. Çeşitliliğin bir arada olduğu yerde, zenginlik olur. Bir sofrada ne kadar farklı lezzette yemek varsa, o sofra o kadar zengindir. Hiçbir yemek diğerinden üstün değildir, sadece tadı farklıdır.
Baktığınız zaman çok ince bir nüans vardır;
İnsanların yanlışa saygı duyması başka, farklılıklara saygı duyması başka bir şeydir. Hiçbir insan doğuştan sahip olduğu özelliklerinden dolayı hatalı olmaz. İnsan doğuştan sahip olduklarından değil, işletiminden sorumludur. Değişmez özelliklerinden dolayı bir insanı reddetmek, o insana yapılabilecek en büyük zulümdür.

Bütün olarak insan yanlış değildir, işletmesi hatalıdır. Davranışındaki hatadan dolayı bir insanı silmek zalimliktir.
Bu, arabanın lastiği patladı diye bütün arabayı hurdaya atmaya benzer.
Düğmesi koptu diye bir gömleği çöpe atmaya benzer. Bir insanı hatasından dolayı yok saymak, o insana yapılabilecek en büyük zulümdür. İnsanı kabul etmek için insan olması yeterlidir. Davranışlardaki hatalar değişebilir ama insanın kişiliği değişmez. Geçmişte yaptığımız hataları bugün yapmıyorsak, değişebildiğimizden dolayıdır. Her insan, en kötü dediğin insan bile davranışını değiştirebilir.
Kaldı ki insan her zaman hata yapar. Öğrenmenin koşullarından biridir hata yapmak. Bizim zannettiğimiz gibi olmuş olsaydı eğer, kimse çocuklara tahammül etmezdi. Kimse çocukların öğrenmesi için sabırla beklemezdi. Öyle olmuş olsaydı eğer, çocuğun yaptığı ilk hatada onu sokağa atmamız gerekirdi.

Çok şükür ki insanoğlu istediğinde hatalarını düzeltebiliyor. Daha iyi bir davranış olduğunu fark ettiğinde onu modelleyebiliyor. Yeter ki insan değişime, öğrenmeye açık olsun; İhtiyacı olan bilgi, beceri kimdeyse onu alabiliyor. Kendisinden farklı bir insan bile olsa onunla bir araya gelebiliyor. İnsan yeni bir şeyi
kendisinden farklı olandan öğreniyor. Bu zamana kadar da bu hep böyle oldu.
Bizde olmayan bir beceriyi, olandan öğrendik. İhtiyacı olduğunu söyleyene de biz öğrettik.
Hiç kullanmadığımız bir kelimeyi, kullanandan öğrendik.
Yeni bir düşünceyi, davranışı bizde olmayıp, başkasında olandan edindik.

Bizi bir araya getiren aramızdaki farktı. Bizi bir araya getiren, bilmediğimizi bilmemizdi, bildiğimizi zannetmemiz değil. İnançlarımızı birbirimize diretmek için değil, birbirimizde olanı merak ettiğimiz içindi. Mekanımız aynı olduğu için değil, amacımız aynı olduğu içindi. Beraberliğimiz, öğrenmeye ihtiyacımız olduğu içindi.
Bir aileyi büyütebilmek, bir şirketi yükseltebilmek, bir ülkeyi kalkındırabilmek içindi…


Kamer Gündüz
Dönüşüm Konağı

Günün sözü

İnsanlar Ağaçtan Ders Almalılar. Ne Barınan Kuşların, Ne Gölgesindeki İnsanların, Nede Verdikleri Yemişlerin Hesabını Tutarlar.

21 Nis 2010

En İyisi

‘Dağ tepesinde bir çam olamazsan
Vadide bir çalı ol.
Fakat, oradaki en iyi büyük çalı sen olmalısın.



Çalı olamazsan bir ot parçası ol,
Bir yola neş’e ver.



Bir misk çiçeği olamazsan bir saz ol.
Fakat, gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın.



Hepimiz kaptan olamayız, bazılarımız tayfa olmaya mecburuz.



Dünyada hepimiz için birer şey var.



Yapacağımız iş, size en yakın olan iştir.



Cadde olamazsan patika ol.
Güneş olamazsan yıldız ol.



Kazanmak, yahut kaybetmek ölçü ile değildir.



Sen her neysen, onun en iyisi olmalısın…’



Douglas MALLOCH




Yaşadığımız hayat, yalan ya da gerçek, oyun ya da senaryo, ne dediğimizin aslında pek de bir önemi yok. En önemlisi hayatın içinde yaşanlar ve yaşadıklarımız. İyi ya da kötü yaşananlar benim, sizin ve onların hayatını değiştiriyor ve etkiliyor.



Hayata bir ‘oyun’ diyorlar. Öyle olduğunu kabul etsek bile oyunun içindeyken de vasıflarımız ve görevlerimiz var. Zaman zaman bu bizi yüceltirken, bazen de küçültebiliyor.



Yazarın da dediği gibi ne olduğumuz değil, neyi nasıl yaptığımız önemli bu oyunun içinde. Hayat gerçekten bir oyunsa eğer, rollerimiz vardır. Bu rolleri paylaştıran da çoğunlukla yine bizlerizdir.
Bu oyunun içinde çam, çalı, cadde, patika … gibi bir çok roller var. Zamanın birinde birisi geliyor ve çam rolünü kapıyor. Hayatın içinde günler ve zamanlar geçtikçe, rollerin sahibi de değişebiliyor. İşte asıl oyun ve asıl hayat burada başlıyor. Dağın tepesindeki çam; vadideki çalı olmayı kabul edebilirse hiç sorun yok.



Sayın okurlar içinizden ‘ Yükseklerde bir çam iken, vadideki çalı nasıl kolay kabul edilebilir ki?’ diyor olabilirsiniz. Bu aslında bir o kadar kabul edilebilen ancak bir o kadar da kolay olmayan bir süreç.



Dahası ciddi bir sabır işi. Fakat bu süreçte çalı olmayı kabul edebilenler sonra kendine tekrar yüksekte bir çam olabilme imkanı sağlıyorlar. Yani düşüşü kabul edenler tekrar yükselebiliyor.
Birileri bir yerlerde geminin kaptanı olabilir. Ancak hayat boyu o geminin kaptanı olacak diye bir kesinlik yok.
Hayatta roller vardır ve kişiler sürekli olarak değişir. Yani hayatta hiçbir şey durağan değildir. Her şey değişime ve harekete mecburdur. Dolayısıyla roller hep aynıdır ama kişiler farklıdır.
Her rolün en iyisi olanlar aslında yüksekteki çam ağacı olmanın adayıdır.
Öyleyse, her şey değişime ve harekete mecbursa, her çıkış düşüşe ve en güzeli de her düşüş çıkışa mecburdur.



Hayatın tayfaları olarak geleceğin kaptanı rolünde yerimiz ayrıldı.
Şimdi bize düşen ise her şeyiyle tayfalığı yaşamak.




‘’Kazanmak, yahut kaybetmek ölçü ile değildir.



Sen her neysen, onun en iyisi olmalısın…
Douglas MALLOCH’’

Dönüşüm Konağı
Burcu Kaplan

http://www.donusumkonagi.net/kose_yazisi.asp?id=563&baslik=en_İyisi

17 Nis 2010

Kişisel Gelişim Geçici mi, Yaşam Tarzı mı?

Eski dostum Turgay Yalanız ile Samsun'da Acem Tekkesi isimli kafeteryada sohbet ediyoruz. Çok ilginç bir soru sordu: "Kişisel gelişim seminerleri ya da kitapları geçici bir motivasyon mu sağlar yoksa kalıcı bir etkisi var mıdır?" Bu soruyu sorduğunda Etkili İletişim ve Beden Dili başlıklı bir seminerden çıkmıştım. Katılımcılardan biri seminerden sonra kendisinin enerji dolduğunu ama bir hafta sonra aynı duyguları yaşayacağından emin olmadığını söylemiş.

Gerçekten bizi motive eden bir kitap okuduktan ya da seminer aldıktan sonra enerjimiz biter mi? Günlük konuşma dilinden bir deyimle sorarsak, "kişisel gelişim kitap ve seminerleri sadece geçici bir gaz mı verir?"

Elbette ki kitaptan kitaba, seminerden seminere bu durum değişir. Bununla birlikte bir değişken de seminer alan kişidir. Öyle insan vardır ki, bir tetiklemeyle harekete geçer ve sonsuz bir hareket başlar. Öyle insan vardır ki, ne yaparsanız yapın tetikleyemezsiniz. Öyle insan da vardır ki, saman alevi gibidir; önce bir parlar ama hemen söner. Bunlar kişisel gelişimle ilgili başımıza gelebilecek durumlardır; ama bu durumların arasından birini ayıracağım: Bir tetiklemeyle harekete geçmeyi ve hiç durmamayı.

Diyet yapan insanların sorunu bir gün diyetlerini bitirmeleridir. Diyet kelimesi, Latince "diaeta" kökünden geliyor ve "yaşam yolu" demek. Dolayısıyla insan bir yaşam yoluna başlar ve geriye dönerse eskiden aldığı sonuçları alır. Yani rejimi ya da diyeti bırakmak diye bir şey olmamalı. Bıraktığınız anda eski halinizi alırsınız.

Aynı mantıkla diyet ya da rejim kitaplarını hiç uygulama yapmaksızın okumanın bir anlamı yok. Sadece kitap okuyarak kilo verebilmek mümkün olamaz. Aynı şekilde sadece kişisel gelişim kitabı okuyarak ya da kişisel gelişim seminerlerine katılarak da kendini geliştirebilmek pek olası görünmüyor.

Dolayısıyla kişisel gelişim, bir tetikleme ile başlayan sürekli bir uygulama yolculuğu. 2006 yılında yaptığım seminerlerdeki yıldızlaşan bir katılımcım vardı. Başak, inanılmaz bir şekilde seminerin içeriğini uyguluyordu. Her hafta sıra dışı tecrübelerini paylaşıyordu. O kadar zengin açılımları olan tecrübelerdi ki, bunlar ben dahil diğer tüm katılımcılar takdir ve hayranlıkla Başak'ı dinliyorduk. Bir gün kendisine kendini geliştirmek ile ilgili bu kadar çok uygulama yapabilmesinin sırrını sordum. Şöyle cevap verdi: "Bundan önce bir sürü kişisel gelişim kursuna gittim; çok azından yararlanabildim. Sizin seminerinize geldiğimde başarının sırrının uygulama olduğunu anlamıştım. Siz zaten "bu seminer, bir seminer değil, bir uygulama programı" diyordunuz. Ben de ne kadar ödev ve proje varsa hepsini en iyi şekilde yapmaya odaklandım." Gerçekten Başak'ın belirttiği gibi mesele okumak ya da kurs almakta değil, uygulamakta.

Zaten uygulayarak sonuç aldığımız zaman, yaptığımıza ve onun arkasındaki fikre daha çok inanıyoruz. Onun işe yaradığını gördükçe uygulamaya devam ediyoruz. Bir süre sonra bu bir alışkanlığa ve yaşam tarzına dönüşüyor. Dolayısıyla kişisel gelişim etkinliği yaşamımıza bir uygulama olarak girdiğinde geçici bir motivasyon olarak girmekten çıkıyor. Bir kişisel gelişim etkinliği ya da kitabıyla ufak bir şey yapıp arkasını getiremeyenler, temel kişisel gelişim çabasını kafalarında tam idrak edememiş ya da içselleştirememiş olabilirler. Dolayısıyla öncelikli mesele, yaşamımızda bir şeyleri değiştirebileceğimize inanmakta. İstanbul'daki asistanlarımdan bir tanesi, İzmir'den bir başka asistanıma sabahları erken kalkamadığından şikayet ediyordu. Diğeri de ona "Sen kendini böyle söyleyerek programlıyorsun. Erken kalkabileceğini söylersen kalkabilirsin." Mesele önce kendinizi yapabileceğinize inandırmakta.

Kaynak:Melih Arat

Melih Bey'in bu yazısını bu hafta köşeye taşımamın sebebi bizzat bu konularda kitap,seminer,workshop faaliyetlerinde bulunmuş olmakla birlikte uygulamadaki sabır ve kararlılık netice almada bir gecikme yasası denen bir sıkıntıya ve zaman karşı sabır testinden sonra meyvelerini vermeye başladığını bizzat yaşamış olduğumuda paylaşmak istedim.

Sevgilerimle

Sözün Özü:Zihnimizde inanmadığımız bir şeyi,bedenen de başarayamayız,yumruk beyine tabiidir.(NewNLP ilkesi)

16 Nis 2010

Kitap Siparişleriniz için........



Eğitimliyim, ama iş bulamıyorum, neden?


İstanbul Üniversitesini bitirmiş, İngilizce biliyor, ama iş bulamıyor. New York'ta üniversite okumuş, Boston'da mastır yapmış, ABD'de üç yıl çalışmış, ama Türkiye'de iş bulamıyor. Boğaziçi Üniversitesi'ni bitirmiş, askerliğini yapmış, beş yıl çalıştığı iş yerinden ayrılmış, ama iş bulamıyor. Liseyi bitirmiş, bilgisayar kursuna gitmiş, programcılık öğrenmiş, ama iş bulamıyor.

İyi eğitimli ve yetenekli olmak tek başına iş bulmaya yeter mi? Bu eğitimleri almış ve yetenekli insanlara soracak olursanız "yeterli olmalı"; ama iş bulamadıklarına göre yaşamın bu soruya verdiği cevap "hayır".

Bir makine parçacısı düşünün. Bu makine parçacısının deposunda beş yüz tane birbirinin aynı çark var. Çarklar mükemmel üretilmiş; birinci kalite, hatasız ve on yıl garantili. Ne var ki, ayda bir müşteri geliyor ve çarklardan birine talip oluyor, alıp gidiyor. Diğer çarklar, bütün kalitelerine rağmen rafta beklemeye devam ediyorlar. Çarkı satın alan müşterinin bir ihtiyacı, bir projesi var. Bu projede kullanmak üzere, çarkı satın alıyor. Şirketler, operasyonlarını sürdürmek, geliştirmek ya da operasyonlarını yeni projelerle çeşitlendirmek için yeni parça ve eleman alırlar. Bu anlamda makinelerin depoda bekleyen parçaları kendi kaderlerini tayin edemiyorlar. Ne zaman bir şirketin bir projesi var, o zaman bir parça satın almak istiyor. Rafta bekleyen parçalardan da onlarca, yüzlerce olduğu için çalışma şansı sadece birine gülüyor. Neyse ki, insanlar çarklar ya da diğer makine parçaları gibi değil. Düşünebiliyor, eyleme geçebiliyor.

"Çalışacak bir proje bulamıyorsanız, siz bir tane geliştirin."

İsmail, üniversiteyi bitirip İstanbul'daki evine döndükten sonra epeyce bir iş aradı ve bulamadı. Bir ara evlerini taşıdılar; İsmail taşınma sırasında eşyaları önceden paketleyebilmek için bakkallardan ya da dükkanlardan karton koli aradı, ama bulamadı. Bir şekilde taşındıktan sonra düşündü ki, taşınırken birçok insan koli almaya ihtiyaç duyuyor, ama bulamıyor. İsmail, karton koli üreticilerine sunulmak üzere, perakende koli satış projesi hazırladı. Proje, kolilerin İnternet üzerinden, kolilerle birlikte kolilerin içine konulan köpük (beyaz plastik türevi malzeme) satışını içeriyordu. Ayrıca gazetelerde nakliyeci ilanlarının verildiği bölümler vardı, oralara da "taşıma kolisi" ilanı verilecekti. Böylece fabrikalara tanesi bir milyondan satılan koliler, koli başına üç milyon ödemeye razı taşınacak insanlara satılabilecekti. Bu projeyi iki koli üreticisine götürdü. İkincisi, kendisini hemen işe aldı.

Sağa sola özgeçmiş gönderip üç bin kişinin özgeçmişi arasında beklemektense geliştirdiğimiz birkaç proje için ortak aramak üzere şirket ya da kişilerle görüşebiliriz. Çok iyi eğitimli ya da sadece eğitimli insanların iş bulmalarına yardım edecek temel unsurlardan biri projeye sahip olmaktır. Hayalindeki projeyle ilgili bir web sitesi yapabilirler. Bir kartvizit bastırabilirler. Bu projeyle ilgili şirketleri ya da şirket yöneticilerini arayarak randevu alabilirler. Gelişecek tanıdık ağı ve bağlantılar, kişiye kendiliğinden bir iş getirebilir.

Şirketler, insanları ellerindeki sertifikalar için değil, bilgi, uzmanlık ve yetenekleri için işe alırlar. Bununla birlikte, bilgi, uzmanlık ve yetenek belirli bir proje içinde değer kazanır. Onlar sizi bir proje için çağırmıyorsa, siz onlara bir proje götürün.

İşe girmenin en garantili yolu, beş şirket seçip onlara maliyetlerini düşürecek ya da satışlarını artıracak (en az 20 sayfalık) projeler hazırlamaktır. Bu projeleri de insan kaynakları müdürlerine değil, genel müdürlere gönderin.

Melih Arat
Günümüzde artık bir iş sahibi olmak ve o işte tutunmak zorlaşmaya başladı gitgide.Hayata hazırlanmak için sıkı rekabete giren çocuklarımız kadar biz ebeveynlerde bu yarışta geri kalmamaları için her türlü fedakarlığı yapıyoruz.OKS ve ÖSS geride kaldı bunlardan daha da önemli bir gösterge KPSS sınavı yaklaşık 2.000.000 kişi 657'ye tabii olmak ve iş güvencesini garantilemek adına yeniden ders çalışmaya başladılar uzunca bir süredir.
Melih Bey'in yazısında çok açıkça özetlenmiş olan "iş" konusunda bizlere ailelerimizin öğütlediği derslerine iyi çalış,iyi notlar al,iyi bir üniversiteye gir ve iyi şirketlerde çalış , iyi bir kariyer yap. Bu noktada hatırlatmak istediğim bir husus hep birilerinin bize iş vermesi şeklinde bir yaşam anlayışı tavsiye edilmekte.Büyüklerimizin bu bilgi çağında söylemini şu şekilde değiştirmesinde faydalar görüyorum.Okula git,iyi notlar,kendi şirketini kur,iyi eğitimlileri şirketinde istihdam et.
Bankalar kredi talebinde bulunan kişilere okulda aldıkları karnelerini görmek istemiyorlar onlardan bilançolarını talep ediyorlar.
Sözün Özü:Para bir fikirdir. Para kazanmak için para gerekmez.Robert T.Kiyosaki

15 Nis 2010

Türkiye Uğurböcekleri Projesi



Projemizin Ortaya Çıkış Hikayesi

“ Bundan yaklaşık altı sene önce Ankara’nın 50 km. dışı sol tarafta bir ev. Evin yanında üç tane çocuk oyun oynuyor. Evin camı kırılmış ve evin sahibi siyah battal boy bir çöp poşeti taktırmış pencereye. Ordan geçerken bira an şunu düşündüm. Küçük bir çocuksunuz ve eve giriyorsunuz, eve ışık girmiyor. Evden dışarıyı göremiyorsunuz. Aradan üç dört ay geçti. Yine aynı yerden geçeceğim. Baktım, bir değişiklik var mı diye. Siyah çöp poşeti hala orada duruyor.
Sabahın beş buçuğu bir eğitim için havaalanına............


devamı.......


http://www.izgorenakin.com/index.php?option=com_content&view=article&id=45:tup&catid=35:uur-boecekleri-projesi&Itemid=48

www.blogmabilgi.com

Bir Lokma Bilgi İster misiniz?

GARCIA’YA MEKTUP GÖTÜREN YÜZBAŞI


Amerika Kurtuluş Savaşı’nın bir safhasında,İspanya ve sömürge ordusunu tecrit edebilmek için Kübalı General Garcia’nın ordusuna talimat göndermek icap etti.Cumhurbaşkanı Mc Kinley,General Garcia’ya bir mektup yazdı.Mektubun süratle yerine ulaşması gerekiyordu.Başkomutanlık karargahında Garcia hakkında bilgi yoktu.Neredeydi,nasıl gidilirdi,hepsi meçhuldü.

Mektubu götürmeye yüzbaşı Rowan görevlendirildi.Yüzbaşı Rowan mektubu aldı,torbasına koydu,gitti,döndü ve tekmilini verdi.Garcia talimata uyacaktı.

Yüzbaşı mektubu alınca “Bu Garcia da kimdir?”Nerede bulunuyor?Oraya nasıl gidilir?Atla mı,trenle mi?Harcırahımı kim verecek?Arkadaşım Thomas ata daha iyi biner,onu gönderseniz olmaz mıydı?Eşim biraz rahatsız,hem bu hafta izin sırasındayım” demedi.

Benim burada anlatmak istediğim,Yüzbaşı Rowan’ın dört gün sonra Küba kıyılarına ulaşmasının,ormanlara üç haftalık bir seyahati yaya olarak tamamlamasının,dağlarda ve ormanlarda Garcia’yı bulmasının hikayesi değildir.

Antılmak istenen husus yüzbaşının bu hikayesinin tüm okullarda örmek insan olarak tanıtılmasıdır.Dünyanın her yerinde,her gün milyonlarca yöneticinin Garcia’ya gönderecek mektubu vardır.Öte yandan gençlerin muhtaç oldukları bilgiler sadece bir dizi teori değildir;kendilerinden istenen vazifeleri kendi iradeleri ile sonuçlandırma idrakına ve eğitimine de sahip olmalarıdır.Bugün en çok muhtaç olduğumuz budur.

Özellikle hizmette fertlerin ilgisizliği ve bilgisizliği toplumları ve kurumları felçli kılar.Hizmetin çarkı dönerken,çarkın her dişlisinin her defasında yeni baştan eğitilmesi ve bilinmesi için zaman yoktur.Aksi takdirde hizmet durur,yeniden eğitim yapmak gerekir.Öte yandan hizmet,devamlı akış,devamlı meşguliyet ister.Çarkın bir dişi kendi işini hiçbir zaman durdurmaya mezun değildir.

Bir defasında her yönetici gibi böylesine meşgul iken odama giren bir memur,bana:”Efendim,siz birlikte çalıştığım arkadaşlarımdan birini terfi ettirdiniz.Yaş ve kıdem bakımından aramızda hiçbir fark yok.Öğrenimimiz de aynı.O benden daha yakışıklı değil.Böyle olduğu halde beni hâlâ terfi ettirmiyorsunuz.”dedi.Ben ise dalgınlık halinde mırıldandım:

“Sokakta gürültüler var.Duyuyor musun?Nedir acaba?”

“Gidip sorayım efendim.”diye memur can sıkıntısı ile cevap verdi.Biraz sonra döndü:

“Bir arabaymış efendim.”

“Yükü neymiş?”diye sordum.

“Gidip bakayım efendim.”Biraz sonra döndü:

“Arabanın yükü bir sürü çuval efendim.”

“Çuvallarda ne varmış?”

“Gidip bakayım efendim.”Biraz sonra döndü:

“Çuvallarda çimento varmış efendim.”

“Nereye gidiyormuş bu araba?”

“Gidip bakayım efendim.”Biraz sonra dönüp cevap verdi:

“X ve Y şirketinin merkez şantiyesine gidiyormuş efendim.”

“Çok güzel dedim.””Şimdi bana terfi eden arkadaşınızı çağırır mısınız lütfen.Hani haksız yere terfi eden arkadaşınız.”

Beriki geldi ve mırıldandım:

“Sokakta bir takım gürültüler oluyor Nedir acaba?”

“Gidip bakayım efendim.”Döndüğü zaman şöyle cevap verdi:

“Kırk çuval Porland çimentosu yüklü bir araba.Çimentoların menşei New Orleans.X ve Y inşaat şirketinin merkez şantiyesine gidiyormuş.Uluslararası ulaşıma sahip bir kamyon.Çuvalları istasyondan almış.Çuvallardan biri yarı yolda patladığı için şimdi bunun yerini değiştirmeye çalışıyorlar.”

Bu iki örnekten yorumlar yapmaya hiç gerek yok.Dünyayı dolduran özel müesseselerle resmi dairelerdeki bütün memurları kendine düşman etmek niyetinde değilim.Bunlar belirli bir öğretim döneminden sonra,bir masanın başına kurularak hiçbir iş yapmadan devlet baba hesabına geçinip gitmeyi meşru bir hak saymakla zaten gayri meşru olmuşlardır.

Sabahtan akşama kadar sigara tüttürmek,kahve içmek,vergi yoluyla kendilerini besleyen halkı hırpalamak,sadist bir zevk uğruna en basit işlemleri bile karmakarışık etmek,baştan savmak istedikleri bir müracaatçıyı masadan masaya dolaştırmak ,”Bugün git,yarın gel.”teranesiyle hedefinden iyice uzaklaşan evrakı,arşivin küflü derinliklerine gömmek.Ay sonunda alacakları paraya karşı yapacakları bu ise şayet,hiç zahmet buyurmasınlar.Millet bu parayı onlara haram edecektir.

Klemanso’nun meşhur tekerlemesi ne kadar hoş:”Bakanlık geç gelenlerle erken gidenlerin karşılaştığı yerdir.”demiş.Bakanlığı süresince öyle garip vak’a lara şahit olmuş ki boyuna vecizeler dizmiş.

1906 yılında bir gün aklına esmiş,emrindeki memurların durumunu şöyle yakından görmek istemiş.Odalardan birine girmiş,kimse yok.İkincisine girmiş,bomboş!Üçüncü odada bir memur varmış,o da uyuyormuş Yanında bulunan daire müdürüne dönmüş:

“Sakın uyandırmayın,yoksa o da çekip gider.”

İşte böyle,uzun söze ve uzun izaha benim de sizinde vaktiniz yoktur.İnsanlığın Garcia’ya mektup götürecek yüzbaşılara ihtiyacı çoktur.

Kaynak:”Avucunuzdaki Kelebek” –Elma Yayınevi-A.Şerif İzgören sf:46-49

Sözün özü: Devlet memurları, başsız çivi gibidir; içeri sokabilirsiniz ama dışarı çıkaramazsınız.(Amerikan Atasözü)

Not:Bu yazıyı okuma zahmetine katlanıp özellikle kendini rahatsız hissedip savunma gereği duyanlar varsa bilmelidirler ki o zaman aynada kendilerine bakıyorlardır.

2001 yılında özellikle çok ciddi bir ekonomik sıkıntıların yaşandığı dönemde,vasıflı bir çok insanın işini kaybettiği dönemlerde bile maaşlarını günü gününe almış olanların hayatın gerçekleri ile yüzleşmeleri halinde düşecekleri sıkıntı da büyük olacaktır.Günümüz Türkiye’sinde hala devlet memuru olmak evlilikte çok önemli bir kriter olarak akıl mantık evliliği yapanlar için çok itibar görüyor.Herkesin kendi gerçeği var neticede.




14 Nis 2010

İngilizce kelime öğrenmede oldukça faydalı ve bilimsel temelli bir site.


WordTest.com - Kelime Öğrenmenin En Hızlı Yolu

Bedel ödemek neye benzer.......

Bir insan düşün, vermeden almayı kar sayan,
yedikçe acıkan ve acıktıkça saldırganlaşan…
Bir insan düşün, herkese muhtaçken zalimlik edenlerden olan
Konfor tuzağında çaresizleşen ve çaresizliğinin farkında olamayan
Kendisini mutlu edebilmekten aciz ve bağımlılıklarını mutluluk sanan
Bir insan düşün, bedel ödemenin faydasından habersiz.
Bir insan düşün, bedel ödemeyi zayıflık zanneden ve yanılan.
Sonra insanlar düşün,
gerçekle sahteyi ayırt edebilen.
İnsanlar düşün, duyduğunu bildiği zannetmeyen.
Bedel ödedikçe güçlenen, güçlendikçe merhamet edebilen.
Gerçek mutluluğun üretmekte olduğunu fark edebilmiş…
İnsanlar düşün, insan olabilmenin sorumluluğunu üstlenebilmiş…


Hayat büyük bir alış-veriş merkezi gibidir. Aradığın her şeyin içinde olduğu bir alış-veriş merkezi…Neyi arıyorsan, neyi hak etmek istiyorsan onu bulabileceğin bir yer…İçindekilerin tamamen müşteriye göre dizayn olduğu bir pazar. Bu markette somut ve soyut tüm ihtiyaçlarını bulabilirsin. Arabalar, evler, kıyafetler, popülarite, ilişki, sevgi, beceri, bilgi, güç, çözüm, iyi, kötü, saygı…Bütün bunlar alıcısı varsa satılır.
Bu alım satımın bir usulü vardır. Her satılan ürünün hak ettiği bir değer vardır. Neyi satın almak istiyorsam, değerini karşılayabilecek kaynağımın olması gerekir. Yani kasaya geldiğimde bedel peşin olarak benden istenir. Çok istediğim ama bedelini karşılayamadığım şey henüz benim değildir. Ne zaman ki onu alabilecek kazancı üretirim, o zaman sahip olma hakkını elde edebilirim. Kazancım yoksa istediğim kadar isteyeyim onu hak etmiş olamam.
O muhteşem arabayı almak istiyorum. İstiyorum ama o arabayı alabilecek param yok. Arabayı o kadar çok istiyorum ki,
-İlla benim olacak, olmazsa olmaz, diyorum ve kredi çekiyorum. Arabayı kasadan geçiriyorlar ama bu benim o arabayı hak ettiğim anlamına gelmiyor. Hak edebilmem için onun bedelini ödeyebilecek güçte olabilmeliydim.
Baktığınız zaman gerçekte bu büyük markette kredi kartı geçmez. Bu markette veresiye yoktur.
Bedelini ödemeden alıp çıkmak hırsızlık demektir.
Bedelini ödemeyeyim ama benim olsun, demek hırs yapmak demektir. İnsanlar egolarının aşırı istemesinden dolayı bu yollara baş vururlar.
-Şimdi olmasını istiyorum! dedikleri için hak etmedikleri şeyleri haklarıymış gibi görürler.
Aslında kural çok basittir; neyi istiyorsan onun bedelini kazan. Şimdi satın alma hakkına sahipsin. O çözüm becerisini öğrenebilmen için bedelini ödemen gerekiyor. O sevgiyi hak edebilmen için bedelini ödemen gerekiyor. O mutluluğa sahip olabilmen için bedelini ödemen gerekiyor. Yani istediğin şeyi hak etmen için ona ilgi vermen gerekiyor. Yoksa sadece sonucu isteyip hırs yapanlardan olursun. Alış-veriş sepetini ağzına kadar doldurmuş ama hala gözü raflarda olanlardan olursun. Hiçbir şeyle tatmin olmayan, sürekli mutsuz, aldığına 2 gün sonra yüz çevirenlerden olursun. Bedelini ödemediğin her konuda hayatında alarmlar çalmaya başlar. Başlangıçta ödemen gerekenden daha fazla bedel ödemek zorunda kalırsın. Bedeli erteledikçe acın daha da artar, çözüm daha da zorlaşır.


Diyor ki; Herkes bedel ödediğini sever ve herkes bedel ödediği konuda güçlenir.
Hangi konuda bedel ödediysen o konuda çözüm üretme becerin artar. Hangi konuda ilgini yoğunlaştırdıysan orada güç kazanmaya başlarsın.
Hayattan neyi satın almak istiyorsan, bedelini peşin olarak ödemek isteyenlerden ol. Karlı bir alış-veriş için hak etmek isteyenlerden ol. Bu seni, dününden daha iyi bir yere taşır.


Kamer Gündüz
Dönüşüm Konağı

www.donusumkonagi.net

Sözün Özü;
'Bilemezsin, Sana verecek bir armağanı ne çok aradığımı. Hiçbirşey içime sinmedi. Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var. Ya da okyanusa su. Düşündüğüm her şey Doğu'ya baharat götürmek gibiydi. Kalbimi ve ruhumu vermemin bir yararı yok, çünkü Sen zaten bunlara sahipsin. O yüzden Sana bir ayna getirdim. Kendine bak ve beni hatırla. '' Hz. Mevlana"

Kendi denizyıldızı organizasyonunu kurabilen kazanıyor.‏

"Yeni kavramlardan daha önemli olanı, yeni kavramları nasıl uygulayacağımızı bulmak. Ne var ki, değişim karşıtları bırakın yeni kavramları uygulamayı duymayı bile istemiyor.

Denizyıldızı, dünyadaki canlıların en ilginçlerinden biri. Avustralya resiflerinde 1990'ların başında denizyıldızı sayısının artması, denizdeki ekolojik dengenin bozulmasına yol açmış. Bir grup denizyıldızlarını öldürerek, deniz yıldızı sayısını dengelemek istemiş. Bir balıkadam grubu, dalarak bıçakla buldukları tüm denizyıldızlarını ikiye bölmüşler. Sonuç, denizyıldızlarının nüfusu ikiye katlamış. Denizyıldızı'nın bir kolunu kesecek olursanız, o kol yeniden çıkar; beş kolunu birden keserseniz beş kol birden çıkar; daha ilginci kestiğiniz her kol kendine bir deniz yıldızı çıkarır. Dolasıyla elinizde bir değil, altı denizyıldızınız olur. Denizyıldızlarının başı olmaması, bir anlamda öldürülememesine yol açıyor.

İspanyollar, 1520'lerde İnkaları ve Mayaları kolayca yendiler. Tarihin güç olarak en dengesiz savaşlarından biri olmasına rağmen, İnka ve Mayaların sayıca üstün olması hiçbir işe yaramadı. İspanyollar birkaç yüz kişilik askeri birlikleri ile onbinlerce kişiden oluşan İnka ve Mayaları nasıl yendiler? Bu sorunun cevabı oldukça basit, İspanyollar İnka ve Mayalarla savaşmak yerine hızlıca İnka ve Maya Krallarını ele geçirdiler. Başsız kalan İnka ve Mayalar ne yapacaklarını şaşırdılar ve İspanyolların kontrolüne geçtiler.

İspanyollar, Güney Amerika'ya bu kadar hakimken neden Kuzey Amerika'yı ele geçiremediler? İngilizlerin Amerika'ya ilk yerleşmesi 1607 yılında olmuştu. Demek ki 80 yıl boyunca İspanyollar Kuzey Amerika'yı ele geçirme gayretlerine rağmen başarılı olmamışlardı. İspanyollar, Orta Amerika'daki Aztekleri aşıp kuzey Amerika'ya geçmeye çalıştıklarında Apaçilerle karşılaştılar. Apaçiler, Azteklere hiç benzemiyordu. Çünkü Apaçilerin bir kralı ve lideri yoktu; her Apaçi grubu diğerlerinden bağımsızdı. Dolayısıyla bir apaçi grubunu yok etmeyi başarsanız bile diğer Apaçi grupları tamaman sağlıklı bir şekilde kendini yönetiyor ve saldırdığınız takdirde mücadele ediyordu. Apaçiler, bir tür denizyıldızı organizasyonlardı. Başları olmadığı için yok edilemiyorlardı.

Ori Brafman ve Rod Beckstrom'un bu denizyıldızı teorisi, yönetim alanında bir çığır açma özelliğine sahip. Neden diye sorarsanız, neredeyse tüm yönetim teorileri, bir başı ve lideri olan örgütlenme teorisine dayanır. Daha çok 21.yüzyılda karşılaştığımız başı olmayan örgütlenmeler, bir tür yenilmez özelliğe sahipler. Örneğin, İnternetten bedava müzik indiren o kadar çok insan var ki, telif hakkı sahibi şirketlerin bu insanları durdurabilmek için milyonlarca dava açması gerekiyor. Müzik indirme işine aracılık eden bir şirketi dava edip kapattırsalar, yerine iki tane daha açılıyor. O ikisini de kapattırsalar, yerlerine dört ya da sekiz tane daha açılıyor. Dolayısıyla bu müzik ve bunun yanı sıra şu anda film indirme işinin durdurmanın bir imkanı yok. Çünkü bu müzikleri indiren ve indirme altyapısını sağlayan bir tür denizyıldızı organizasyonlar.

Nokia, neden iPhone karşısında kaybediyor? Cevabı oldukça basit ve şaşırtıcı. Nokia telefonlarda çalışan programlar, Nokia mühendisleri tarafından yazılıyor. iPhone'larda çalışan programlarsa dünya üstünde iPhone'dan maaş almayan gönüllü yüzbinlerce mühendis tarafından yazılıyor. Bir grup uzman mühendis önünde sonunda kaybetmek zorunda.

Bugün kafası olmayan organizasyonların sonunda kalıcı başarı elde edeceği bir dünyaya doğru gidiyoruz. Ben kendi hesabıma, kendi işletmemi tamamen benden bağımsız hale getirebilmenin yollarını arıyorum; başkası benim kafamı koparmadan, kendi denizyıldızı organizasyonumu kurabileyim diye.

Melih Arat


Kendi hayatının lideri olmayı hedefleyen ve bir türlü düşence ve fikirlerini eyleme dönüştürmede çekingen ,hata yapma korkusuyla cesur davranamayanlar için şantiyemize bekleriz.

Topun peşinden koşmak mı? Topu koşturmak mı?


Bir zamanlar küçük eski bir köy varmış.Yaşanası bir yermiş,ama bir sorunu varmış.Köyde su sıkıntısı çekilirmiş.Bu sorunu kökten çözmek için köyün yaşlıları köye günlük olarak su getirme işini ihaleye çıkarmaya karar vermişler.İki kişi adaylığını koymuş,köyün yaşlıları her ikisiyle de anlaşma imzalamışlar.Biraz rekabet fiyatları düşük tutar,bizi de susuz kalmaktan kurtarır diye düşünmüşler.(Buradaki köylüler de demek ki rekabetin iyi bir şey olduğuna vakıflar)

İhaleyi alanlardan ilki, Ed hemen koşup paslanmaz çelikten iki kova alır,birbuçuk km.ötedeki göle gider,sabahtan akşama dek köye su taşımaya koyulur.Tanyerinden günbatımına dek elinde iki kova hiç durmadan su taşıdığı için hemen para kazanmaya başlar.Getridiği suyu köylülerin inşa ettiği sarnıca doldurur.Her sabah köy halkı yataklarındayken yollara düşüp uyandıklarında yeterli su bulmalarını sağlamak zorundadır.Yorucu bir iştir,ama para kazandığı için mutludur,ihaleye girip işi alan iki kişiden biri olduğuna sevinmektedir.

İkinci kişi,Bill bir süre ortalıkta görünmez Bu durum aylar sürünce rakipsiz görünen Ed sevinir.Bütün parayı o kazanmaktadır.

Biil ise Ed ile rekabet etmek üzere iki kova satın almak yerine Bill iş planı yapmayı yeğlemiştir:Bir şirket kurar,dört yatırımcı bulur ve şirketin başına bir yönetici getirir;altı ay sonra da inşaat ekibiyle çıkagelir.Bir yıl içinde gölden köye geniş çaplı paslanmaz çelikten su borusu hattı döşer.

Açılış töreninde Biil kendi taşıdığı suyun Ed'in getirdiği sudan daha temiz olduğuna değinir.O suyla ilgili şikayetler kulağına gelmiştir.Aynı zamanda köye haftanın yedi günü 24 saat boyunca su sağlayabileceğine işaret eder.Ed yalnızca iş günlerinde su taşımaktadır…Hafta sonlarında çalışmaz.Bill,ayrıca daha sağlıklı ve güvenilir olan bu su karşılığında Ed'in aldığı ücretin %75'ini alacağını ilan eder.Bunu alkışlarla karşılayan köy halkı hemen yollara düşer,Bill'in boru hattının ucundaki çeşmeye koşar.

Onunla rekabet edebilmek için Ed hemen fiyatlarını %75 oranında indirir,iki kova daha satın alır,kovalarına kapak takar ve her seferinde dört kova taşımaya başlar.Daha iyi hizmet verebilsin diye gece vardiyaları ve her hafta sonlarında iki oğlunu da çalıştırır.Çocuklar üniversite çağına gelince,onları karşısına alır ve şöyle der,"Elinizi çabuk tutun,gün gelecek bu iş sizin olacak."

Nedense üniversite Ed'in oğulları geri dönmez.Ed'in yanında çalışanları vardır,sendikayla da sorunları (eee gelişmiş ülkenin köyü ne de olsa).Sendika ücret zammı,daha iyi çalışma koşulları diye bastırmakta,işçilerin her defasında yalnızca bir kova taşıması gerektiğinde diretmektedir.

Bill ise,madem ki bu köyde suya ihtiyaç var,demek ki öteki köylerde de olabilir diye düşünmüştür.Yeni bir iş planı geliştirerek düşük maliyetli,süratli ve temiz ve tazyikli su dağıtım sistemini dünya çapında pazarlar.Taşınan suyun her bir kovasından bir kuruş alır,ama her gün milyonlarca dolar nakit akışı sağlar.Dolayısıyla,Bill boru hattı projesini kendi cebine para,köylere de su akıtmak üzere geliştirmiş olur.

Nihayetinde Bill mutlu ve rahat bir yaşam sürerken Ed ömrü boyunca çalışmış,buna rağmen mali sıkıntılarından bir türlü kurtulamamıştır.Son
Nakit Akışı Ölçüm Çeyreği
Ç:Çalışan İ :İş/şirket sahibi
S:Serbest Meslek sahibi Y:Yatırımcı


Her birimiz Nakit Akışı Ölçüm Çeyreği'nin dört diliminden en azından birinde yer alırız.Nerede olduğumuzu gelir kaynağımızın neresi olduğu belirler.Çalışanlarla serbest meslek sahipleri çeyreğin sol tarafında,gelirlerini sahibi oldukları şirketler yada yaptıkları yatırımlardan elde edenlerde çeyreğin sağ tarafında yer almaktadır.

Robert T.Kiyosaki'nin kitaplarında yer alan Zengin Baba liseden ayrılan kişiyi,Yoksul Baba ise yüksek öğrenim görmüş kişiyi karakterize etmektedir. Büyüyünce ne olmak istersin? sorusuna iyi eğitim görmüş fakir baba"Okula git,iyi notlar al,sonra kendine sağlam güvenli bir iş bul" derken ya dolgun maaşlı bir "Ç" çalışan yada yüksek ücret alan tıp dokoru,avukat,muhasebeci gibi bir "S" serbest meslek sahibi olmamı salık verirdi.Kişinin düzenli maaş almasına,yan gelirleri ve iş güvencesi olmasına büyük önem verirdi.

Öğrenimini yarım bırakmış zengin babaysa bambaşka bir öneride bulunurdu:"Okula git,mezun ol,şirketler kur,başarılı bir yatırımcı ol."İşte kitabında Kiyosaki, hayatında "iş güvencesi" yerine yaptığı tercihi olan "mali özgürlüğe" giden yolda zengin babanın öğüdünü izlerken geçirdiği zihinsel,duygusal ve eğitsel süreci anlatmaktadır.

İş güvencesi kavramını aşıp mali güvenceyi yakalamaya hazır olanlar için kitaptan yaptığım alıntıdan hareketle mali özgürlüğe gidilecek yolun kolay olmadığını bununla birlikte yolculuğun sonunda hakedilecek ödülün yeterince tatminkar olacağını, bizleri maddi ve manevi anlamda her bakımdan özgür kılacağını,bizi biz yapan değerleri çevremize de yansıtabileceğimizin de idrakine vesile olacaktır.

Söz konusu kitap, hayatının şu aşamasına kadar bir arayış içinde olan,kovayla su taşımaktan bıkmış ve ceplerinden çıkacak değil,ceplerine girecek nakit akışını sağlamak üzere boru hattı kurmaya hazır kimseler için olduğunu da vurgulamak isterim.

Sözün özü: Hayatta her tercih bir vazgeçiştir aynı zamanda.


Kaynak:Nakit Akışı Ölçüm Çeyreği / Robert T.Kiyosaki – Alfa Yayınları

13 Nis 2010

“Her tuğla,olduğundan daha fazla bir şey olmak ister.”

28 Mart 2010 tarihli Taraf gazetesi’ndeki köşesinde yukarıdaki sözü ünlü bir mimardan alıntılayarak “tuğla” başlıklı yazısını okunmaya değer buldum Ahmet Altan’nın.

Yazının devamına bakalım; Tek başına tuğla, kırmızı, sevimli bir taş parçasından başka bir şey değildir.

Ama birbirlerine eklendiklerinde çoğalır, tuğladan çok daha büyük, çok daha etkili bir şeye, binaya, saraya, mabede, okula dönüşürler.

İnsanlar da bir “tuğla” gibi doğarlar.

Hepimizin amacı bir “tuğladan” daha fazla bir şey olmaktır.

Ama kader bize her zaman bu imkânı tanımaz, bazı insanlar doğdukları gibi, “bir tuğladan daha fazla bir şey” olamadan ölürler.

Böyle zamanlarda herkes kendisi karar verir ne olacağına, büyük bir eserin parçası mı olacaksın yoksa zavallı bir tuğla olarak mı kalacaksın?

Bir büyük mabedin, sarayın, okulun parçası olmak zordur, biraraya geleceksin, yan yana duracaksın, kuvvetli bir harçla yanındakine yapışacaksın, birbirine sahip çıkacaksın, yıkılmayacak bir duvar olacaksın.

Bir tuğla olarak kal ki seni istedikleri her zaman bir çekiç darbesiyle un ufak edebilsinler, bugüne dek yaptıkları gibi.

Tek bir tuğla olarak kalmamızın bedelini bize nasıl ödettiler.

Bir tuğlayı ezmek kolaydır çünkü.

Bir duvarı yıkmak da çok zor değildir.

Ama görkemli bir binaya dokunamazlar, sonunda gelip kendileri de o binanın çatısının altına sığınırlar.

Bir tuğladan daha fazlasını olabileceğimiz, görkemli bir binaya dönüşebileceğimiz zamanlar bunlar.

Hepimize ilerde çocuklarımız soracaklar.

“Bir tuğladan daha fazlası olma fırsatını kader sana bağışladığında ne yaptın” diye.

“Sadece bir tuğla olarak kaldım ve başkalarının da tuğla olarak kalması için mücadele ettim” mi diyeceksiniz?

Yoksa başınızı gururla dikip, “ben bu görkemli binanın parçasıyım çocuğum, bunu biz kurduk, bir tuğlaydık bir mabet olduk” mu diyeceksiniz?

Bir tuğla bile, olduğundan daha fazla bir şey olmak ister.

Ya bir insan?

Olduğunuzdan daha fazla bir şey, bir toplum, bir devlet, bir demokrasi, bir özgürlük olmak istemez misiniz?

Yazının içeriği elbette siyasi içerikli olup bu yazıda özellikle yapılan benzetmenin ve kişisel,ruhsal,duygusal anlamda gelişimimize yönelik bölümleri paylaşmak istedim.



Yazının tamamımı okumak isteyenler için yazının linkini aşağıda bulabilirsiniz.

http://www.taraf.com.tr/makale/10646.htm

İhtiyaçtandır........

Karşılaştığı her şey insana bir şeyler anlatır…
Karşılaştığı her şey insana, ihtiyacı olan şeyi anlatmaya çalışır,
Su
Hava
ihtiyaçtandır örneğin…
Aynı bunun gibi
karşılaştığı olaylar da ihtiyacıdır insanın…
Sadece hayatta kalmak değildir ihtiyaç,
Olgunlaşmaya da ihtiyacı vardır insanın…
Sadece fiziksel değildir büyümek,
Anlamı da büyür insanın…
Sadece imkânlar değildir zenginlik,
İnsan kendi değerini artırdıkça da zenginleşir…
İnsan birinden diğerine yükselir…
Karşılaştıkların iyi ya da kötü değildir,
İnsanın tepkileri iyide veya kötüdedir
Pişmanlık karşılaştıklarında değildir,
“O olay keşke olmasaydı” değildir.
İnsan ancak tepkilerinden dolayı pişmanlık yaşayabilir
“Keşke farklı bir tepki verseydim” olabilir…
Çünkü olaylara verdiği tepkiyle dönüşür herkes…
Çünkü olaylara verdiği tepkiyle bilmediğini öğrenir hale gelir…
Karşılaştıkların ihtiyacındır,
Eksikliklerini, kazanman gerekenleri anlatmaya çalışır,
Sadece varlıklarının artması değildir eksiklik
İnsana kaybettikleri de çok şey kazandırır
Problemler ihtiyaçtandır…
Ve ileri gitmek için öğrenmemiz gerekenleri anlatır…


Hayat bir sınavdır ve olaylar insana öğrenmesi gerekeni hatırlatır…
Ve insan görmekte zorlanır…
İnsan olayın olmasına o kadar takılır ki orada anlatılmak istenen ana mesajı kaçırır. Her şey ama her şey bizim daha iyi olabilmemiz için uğraşır… Hayat tüm geri bildirimlerini bizim ihtiyaç duyduğumuz konularda verir. Ve biz öğrenebilelim diye çırpınır…
Ve insan bilmediğini bilmez…
Aksine biz her şeyi bildiğimizi zannederiz… O yüzen hoşumuza gitmeyen bir olay olduğunda şikâyet ederiz. Biz her şeyi bildiğimiz için canımızı sıkan her şey bize yapılmış bir haksızlıktır, deriz.
Nasıl bana böyle bir şey olur?
Neden benim başıma böyle bir şey geldi? Deriz.
Tam da bu yüzden başımıza gelir…
Kontrolümüzdeyse, hatalarımızı fark edip düzeltebilmek için…
Kontrolümüzde değilse kabul edebilmeyi öğrenebilmek için…
Ve her ikisinde de insan değişir… Değişebilirse güçlenir… Olay öncesiyle olay sonrasında
O insan aynı insan değildir. Yaşamında bir derece yükselebilmeyi hak etmiştir…
Ama biz kontrolümüzde olduğu halde değişmek istemeyiz…
Ama biz kontrolümüzde olmadığı halde kabul etmek istemeyiz…
Ve inatlaşırız
Karşılaştığımız problemle o kadar inatlaşırız ki üretebileceğimiz çözümden mahrum kalırız.
Hayatta hoşumuza giden şeyler olduğunda her şey iyidir, deriz
İşimize gelmeyen bir şeyler olunca her şey kötüdür, deriz…
Oysa ne oluyorsa insanın verdiği tepkiden olur…
Veya veremediği…
Ve bir insan ömründe her zaman problemler olur, problemsiz bir ömür yoktur.
Ve insan ya ileri gider ya da geriler… ama durağanlık diye bir şey yoktur…
Sürekli dinamik olan bir hayatın içerisinde durmak, geri gitmek demektir…
Oldum dediği an oyunda gerilemeye başlar insan… Biliyorum dediği an öğrenmeye kapanır…
Ve hayat ne kadar bildiğinle değil, ne kadar öğrendiğinle ilgilenir.
Hayat, yaşadığın problem sayısına değil, çözdüğün problem sayısına hürmet gösterir.
Çok problem yaşamak değildir marifet
-Benim başımdan neler geçti, biliyor musun demek değildir…
Yaşanan acıların miktarı değil, kazanılan dayanıklılığın miktarı önemlidir…
Problemleri yaşamak değil, çözebilmektir mesele
Yani kendi oyununu kazanabilecek çözümleri öğrenebilmektir…
Yani bilmediğini öğrenmeyi istemektir
Her problem öğrenmeye ihtiyaç duyduğum bir konuya temas eder…
Ve ben öğreninceye kadar problem devam eder…
O soruyu çözünceye kadar o test devam eder…
Ve ben öğrenmeye açık değilsem sadece şikâyet ederim…
Ve problemi sadece biraz daha büyütürüm…
Problem, olayların kendisi değildir
Asıl problem benim çözüm üretmek yerine şikâyet etmeyi seçmemdir
Problem olayların kendisi değildir
Asıl problem benim o olayı kabul edebilecek sabra sahip olmayışımdır
Çünkü etkilenme miktarın sabır seviyene göre değişir
Olaylar sadece bir testtir
Ve insan karşılaştığı olaylara bu bakış açısıyla bakabildiği zaman oyunu görebilir
Karşılaştıklarına her ne olursa olsun saygı gösterebildiği zaman kazanma hakkı gelir
Şikâyet etmekten vazgeçtiği zaman çözüm üretebilir…
Ve insan hayatta ürettiği çözümlerle yükselen bir dönüşüme sahip olabilir…
Zaten her şeyini kaybedeceği bir hayatta insan, hiç kaybetmeyeceği bir dönüşümü
kazanabilmelidir…


Dönüşüm Konağı
Kamer Gündüz

Sevgiye Dair.......

"Bir gün sormuşlar ermişlerden birine; "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" "Bakın göstereyim" demiş ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.
Ermiş; "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. "Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine, "Şimdi..." demiş ermiş, "Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe." Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen, ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyrun" deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.
"İşte" demiş ermiş, "Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu da unutmayın. Hayat pazarında alan değil, veren kazançlıdır her zaman." Kıymetli arkadaşlar, Yukarıda zikredilen kıssadan hisseden bu makaleyi okuma iradesi göstermiş olan herkes mutlaka bir pay çıkaracaktır.Sevgiye dair bir tanım yapmak onu sınırlandırmak olacağından yine de bu konuda dikkate değer bir kitaptan alıntılar yapmak istiyorum."-İnsanın ruhsal tekâmül* aracının özünde disiplinin olduğu bu disiplini meydaha getiren,besleyen enerji ve dürtü ya da gücün "sevginin" sağladığına olan inancımdır.İnsanın ruhsal gelişiminde son derece öneme haiz "sevgi"nin sözcüklerle ifade edilemeyecek,ölçülemeyecek ya da sınırlandıramayacak kadar derinliği olduğunu bilmekle beraber kitabın yazarının sevgi tanımı;insanın,kendisinin ve bir başkasının ruhsal tekâmülünü desteklemek amacıyla benliğini genişletme arzusu." olarak bir tanım yapmaktadır. Bu tanımda özellikle ruhsal tekâmül üzerinde duruluyor.Bu süreçte sevgiden kaynaklanan davranışlarla,sevgi olmayan davranışların arasında en önemli ayırt edici özelliğin,sevgi duyanın(ya da duymayanın) zihnindeki şuurlu yada şuursuz bir amacın varlığıdır.Örneklersek;Annesinin çocuğuna olan sevgisi öyle bir boyuta varmış ki çocuğu lise son sınıfa gelene kadar kendisi için de zor olmasına rağmen hergün okula arabayla getirip götürmüş.Annenin bu tutumunun sevgiden başka bir şey olduğu bununla birlikte çocuğunun da büyüdükçe daha ürkek ve çekingen bir karakter yapısına sebep olmasında görmekteyiz. Yine sevgi tanımında insan benliğinin genişletilmesi sürecinin bir tekâmüle imkan vermiş olması, sevgiyi şaşılacak derecede dairesel (dönücü) bir yapıya kavuşturuyor şöyle ki;insan sınırlarını başarılı bir şekilde genişletebildiği ölçüde sevmenin, başkasının gelişimini amaçlamış olsa bile aslında insanın kendisini tekâmül ettiriyor kısaca tekâmüle doğru uzakdıkça olgunlaşma süreci genişliyor,büyüyor. Başkalarına duyulan sevgi aslında bizim de kendimize duyduğumuz sevgiyi de kapsıyor bir bakıma.İnsanları sevmek,sizi olduğu kadar kendimi de sevmem anlamına gelir.Kendini insanın ruhsal gelişimine adamak,kendimizi bir parçası olduğumuz türe de adamak olduğuna vurgu yapan yazar;burada karşılıklı bir alışverişe dikkat çekiyor her iki tarafında lehine olacak şekilde.Kendimizi sevemezsek başkalarını da sevemeyiz.Bu noktada bir atasözü geldi aklıma "-Kendine faydası olmayanın başkasına da faydasının olmayacağı."Bu durum kendi özdisiplinimize sahip olmadığımızda çocuklarımıza ( ya da diğer insanlarla olan ilişkilerimizi) da disiplin sahibi olmayı öğretemeyişimizle de doğru orantılıdır.Kendi ruhsal gelişimimizden,bir başkasının ruhsal gelişimi uğruna vazgeçmemiz gerçekten olanaksızdır.Bununla birlikte hem öz-disiplinimizden vazgeçmemiz,hem de bir başkasının bakımını üstlenecek kadar disipline sahip olmamızda mümkün değildir.Kendi gücümüzü besleyemediğimiz sürece başkaları için bir güç,esin kaynağı,motivasyon,model olmamızda söz konusu olamayacaktır.Öz-sevgi ile başkalarına duyulan sevgi sadece el ele gitmekle kalmaz,sonunda ikisi birden ayırt edilemez hale gelir. İnsanın sınırlarını genişletmesi elbette çaba ister.Birini sevdiğimizde bu sevgiyi gösterebilmenin ya da gerçek olduğuna inanılabilmesinin tek yolu emek vermek,sabretmek,kararlı olmak,vazgeçmemek yani birisi (ya da kendimiz) uğruna her daim bir adım fazla atmak yada yürümek gerekmektedir.Yine bu noktada bu hususu bir hadis-i şerif en veciz biçimde açıklamak ta "-İki günü bir olan ziyandadır." Son olarak istekle eylem arasındaki farka dikkat çekiyor yazar,bunun için de "irade" sözcüğü önemli bir gösterge.İstek her zaman eyleme dönüştürülemiyor ne yazık ki,halbuki "irade" mutlaka eyleme dönüştürülecek kadar güçlü olan isteğin ifadesi oluyor.Günümüzde hemen herkes bir dereceye kadar sevgi duymak ister,ama aslında bir çoğu sevmez diyor kitabın yazarı ve devamla bu önermeden çıkardığı sonuç;sevme isteği,sevmek değildir.Sevgi,yaptıklarıyla belli olur.Sevgi bir irade olayıdır-yani sevgi de hem niyet vardır hem de eylem.İrade aynı zamanda tercihi gösterir.Sevmek zorunda değiliz.Sevmeyi seçeriz.Sevdiğimizi ne kadar sanarsak sanalım,eğer gerçekte sevmiyorsak,bu sevmemeyi seçtiğimiz içindir;bunun için de bütün iyi niyetimize rağmen sevemeyiz.Öte yandan da,ruhsal tekâmül için büyük bir çaba içine girmişsek bunun nedeni de böyle yapmayı seçmiş olmamızdır.Sevme tercihi yapılmıştır artık. Sanırım sizlerde ne yönde bir tercih yaptığınızı daha iyi idrak edeceksinizdir. Sevgiyle kalın................yeniden görüşmek ümidiyle


*Tekâmül: Kemâl bulma. Olgunlaşma.
Yararlandığım kaynaklar; 1-) "Az seçilen Yol"-Dr.M.Scott.Peck-Akaşa Yayınları 2) http://www.donusumkonagi.net/makale.aspid=675&baslik=dervis_kasiklari_&i=seckin_hikayeler