2 May 2010

Çanakkale Geçilmez'in ne olduğunu anlamanın ötesine geçen bir anı .

İşte sizlere, Çanakkale'de çocuk yaştaki
"Mehmetçik"lerimizin ölüme nasıl koştuklarını gösteren çok çarpıcı bir
misâl [Celal Bayar Üniversitesi Öğrenci Konseyi'nin hazırladığı
"Çanakkale" adlı kitapçıktan nakledelim]:


ÇOCUK KAHRAMANLAR
Balıkesir-İvrindi'nin Mallıca Köyü'nden 104 yaşında vefât eden,
tanıdığımız bir arkadaşın dedesi, Azman Dede, Çanakkale Savaşına
katılmış gâzilerimizdendi. Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında
Mallıca Köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır
işitiyordu. Köylülerden biri bana yardımcı oldu. Sorduklarımı
cevapladı. Söz Çanakkale`ye geldiğinde, o koca ihtiyar sarsıla
sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya ve bağıra bağıra anlatmaya
başladı:
"Bir hücûm sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi.
Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi
askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek
yaşta 3-4 asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene
soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el
yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü
hücûmuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl
şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular. Yüzbaşı
sordu: "Yavrum sizler kimlersiniz?" İçlerinden biri dedi ki:
"Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi talebeleriyiz. Vatan için ölmeye
geldik!.."
Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü
tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle
basılır, tüfek şöyle tutulur, süngü böyle takılır, düşmana şöyle
saldırılır!.." diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin
arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık.
Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif
aydınlanır gibi olunca, hep yaptıkları gibi düşmân gemileri gelip
siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle
inliyordu. Her mermi düştüğünde minâre gibi alevler yükseliyor, bir
gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan
toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak
geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı, "Azman
yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek
sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar,
siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir
titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı.
Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Bir panik meydana
getirebilirdi.
Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş
söylemeye başladı!..
"Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı,/Al sancağı teslim etti
Allaha ısmarladı./Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle vatana,/Sütüm
sana helâl olmaz saldırmazsan düşmana..."

"AZMAN DEDE HEP AĞLAR!.."
Baktım hemen biraz sonra, ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra
biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha
söylüyorlar. Avaz avaz!.. Gözleri çakmak çakmak... Hücûm anı
geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri
yuvalarından fırlamış, dişler kenetlenmiş bekliyorlardı.
O ân geldi. Birden yüzbaşı "Hücûm!.." diye bağırdı. Bütün bölük, bütün
tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, o
çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o ân. Tam o
ân bir makineli yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler.
Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden
gitmiyor. Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara
ağlıyorum!.."
Azman Dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu.
Kahveci de gözyaşları içinde bize çay getirdi. Eğildi; "Azman Dede hep
ağlar. Ama niye ağladığını bugün ilk defa anlattı" dedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder