Antik dönemde yapılmış Mısır resimlerine bakıldığında hemen göze bir tuhaflık çarpar: İnsanların başları, kol ve bacakları yandan çizilmiştir, buna mukabil gözleri ve gövdeleri önden...
Bu resimlerde insanların başları başka bir tarafa çevrili olsa dahî gözleri hep size bakar. Size, yani bakan kimse ona...
Niçin?
İnsanın hangi bölgesi hangi açıdan daha iyi, daha tam görülüyorsa, o açıdan çizildiği için.
Gözlerin ve gövdenin önden daha kâmilen göründüğüne inanıyordu Mısırlı sanatçılar. Başların, omuz, kol ve bacaklarınsa yandan...
En azından sanat tarihçileri böyle açıklıyorlar.
Uzmanların açıklamakta zorluk çektikleri husus ise, ayakların her ikisinin de iç taraftan göründükleri biçimiyle çiziliyor olması.
Farklılıkların sebebi bilgi veya beceri eksikliği olabilir mi?
Aslâ!
Mesele en nihayet bir tercih, bir tavır meselesi.
Kemâli küll'de değil cüzlerde, bütünde değil parçalarda bulmak, ve her cüzü kemâliyle göstermek, işte bütün mesele!
Alimlerimiz 'güzel'i tarif sadedinde, "Cemâl kemâldedir" derlerdi. Yani eksik olan güzel olmaz, güzel görünmesi için, tam olmalı, kâmil olmalı, eksiklik ve kusurdan uzak bulunmalı.
Eksikten, nakıstan güzel olmaz. Bu nedenle kendilerini bütün hâlinde algılamayı beceremediğimiz cüzleri güzel bulmayız. Tamamlanmalarını, kemâle ulaşmalarını isteriz.
Mısırlılar gözün ancak önden bakıldığında kâmilen görülebileceğine inanıyorlardı.
Kâmilen gösterdiklerinde ise cemâlin zuhur edip seyrin de kemâl bulacağını düşünüyorlardı.
Bir Hak dostuna "Efendim, nedir bu yaşamın anlamı? Biz bu dünyaya niçin gönderildik?" diye sorduklarında şöyle cevap vermiş:
— "Kemâli bulmak, cemâli görmek için..."
'Kulluk' (ubudiyet) kavramının bundan daha açık bir tanımı var mıdır, bilemiyorum.
Arifler, "li-ya'budûnî" (bana kulluk etmeleri için...) ibaresini, bu gerekçeyle "li-ya'rifunî" (beni bilmeleri için...) şeklinde tefsir ve tevil ederler.
Yani maksad, marifetullah'tan ibarettir. Hakka ve hakikate agâh olmaktan...
Gerisi teferruattır.
Kemâli bulmak ise, sakın karıştırılmaya, tekemmül etmek değil, bilâkis tekâmül etmek demektir. Bu nedenle cemâl (güzellik), olan'ın değil, oluş'un tezahürüdür.
Sözün özü, cemâl, hakikatte ne görenin, ne görülenin, bizâtihi görüşün âlâmetidir.
Yalnızlık, ve dahî tek başınalık, aynadan mahrumiyetin bir başka ifadesi.
Ne büyük elemdir insanın kendini göremeyişi.
Nereye baksa boşluk... her yerde...
Düşmeye görsün insan, kemâli de, cemâli de dışarıda aramaya başlar. Bütünlüğü. Kendisine eklemlenebileceği bir bütünlüğü.
Hiç kimse bir bütüne sahip olamaz oysa!
Kişi bir bütüne ancak aid olabilir.
Dışında fazlalık olarak kalacağımız tamamlanmış bir bütünlüğü değil, bilâkis, eklemlenemediğimiz takdirde eksik kalacağına inandığımız bir bütünlüğü ararız. Yani hakikatte yine bizim gibi eksik kalmış büyükçe bir parçayı...
Hep bir parçayı.
— "Gerçek olduğumu hissetmem için birinin bana ulaşmasını bekliyordum." (Ingmar Bergman, Yüzyüze, 1976)
Bensiz her bütün eksiktir.
Tıpkı anne ile yavrusu gibi...
Ayrı kaldıkları takdirde hangisi tamdır?
Yanyana geldiklerinde hangisi fazladır?
İşte bir klişe: Bir bütünün iki yarısı.
İnsan algısı iki parçalı bir bütünü bütün olarak tasavvur edemez.
Bütünün tecessüm edebilmesi için en az üç parçası olması gerekir. Üç buûdu.
Göz hep üçüncü buûdu arayacaktır. Çâresiz.
Peki ikonalar?
İkonalar iki boyutlu. Üçüncü boyuttan yoksun. Derinlikten. Dolayısıyla güzellikten.
Batılı göz nezdinde böyle. Ratio nezdinde.
Eksik bulunan o üçüncü boyutun nerede arandığı önemli. Pavel Florenski, okurlarına, derinliğin arkaplanda değil, önplanda aranmasını önerir. İkonanın önünde diz çökeni de içine alacak bir hacimden.
İkonalar sade seyirlik objeler olarak yapılmazdı. Estetik algının değil, vecdin nesnesiydi. Ritus'un. Hayâlin. Yani gözün değil, kalbin.
İşlevi vardı, hâlâ da var. Bu nedenle Kant'ın 'güzel'in o ünlü faydadan, yani işlevden âri oluş (ohne-zweckmässigkeit) ilkesini çiğnemeyi inatla sürdürürler.
İkonanın önündeki mümin kendini seyreden değil, seyredilen olarak idrak eder. Bakan değil, bakılandır. Fayda uman. İsteyen. Dua eden.
İkonanın içinde değil, önünde yer alır.
Diz çöken mümini olmaksızın her ikona eksiktir.
Herşey mabedde tamamlanıp kemâline erer. Dua sırasında.
Duaya ihtiyaç olmasaydı, ne ikonaya ne, mümine ihtiyaç olurdu.
İkisini bir bütün kılan duadır. Eylemin kendisi yani.
Ey talib, Hira'sız din, itikafsız Ramazan olmaz.
Kalabalıkların arasındayken Tanrı'nın seninle ne işi olabilir?
"Tanrı konuşmak için yalnız olanları seçer!" diye uyarmıştım seni, hatırlamıyor musun?
İçine çekilmen gereken bir kendiliğin bile yok. Bir sığınağın. Bir mağaran. Tek başına için için ağlayabileceğin bir odan.
Hüznün yok çünkü.
Madem mahzun değilsin ey talib, niçin kendini aç bırakıyorsun?
Ramazan ayı vurgusuna yönelik muhteşem bir yazı istifadelerinize sunmak istedim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder