Nefs'i muhtelif mertebelerden oluşan bir hiyerarşi içinde açık kılmaya çalışan teorinin uzunca bir süreç içinde oluştuğu kesindir.
Bu süreci anlamak için başka şeyleri anlamaya ihtiyaç var.
Dünyayı ve eşyayı Kur'an'dan hareketle anlamak ve tanımlamak zorunluluğunu hisseden dindar bilinç, gayet tabiidir ki kelime ve kavramlarını Kur'an'dan temin edebilmek için elinden geleni yapmış, Kur'an'ın en küçük bir işaretinden bile istifade etmek için büyük çaba göstermiştir.
Aradıklarını bulmakta da hiç güçlük çekmemiştir.
Tarih içerisinde oluşan teoriler, bu açıdan, dinî değil, aklî ve nazarîdir. Daha açıkçası yapılan açıklama teşebbüslerinin hiçbiri İslâm değildir, ve fakat İslâmî'dir. Yani müslüman bilincin eseridir. Dolayısıyla hakikat(in kendisi) değil, bilâkis onun ifadesi ve temsilidir.
Sürekliliği de bu cihettendir. Duygusal yaşantıların kavramsallaştırılma gücünden.
Dindar bilinç, inancını ve duygusal tecrübelerini kavramsallaştırabildiği ölçüde onlara süreklilik kazandırır. Çünkü ancak böylelikle üzerinde konuşulacak bir alan oluşabilir.
Konuşulabilecek ve sınanabilecek bir alan.
İmanın (inancın) değil, iknânın (tutarlılığın) geçerli olduğu bir alan.
Sözgelimi "Kaal ilmi değil, hâl ilmidir" denilen tasavvufun, bir zamanlar kaale gelmeseydi, kalemin konusu yapılmasaydı, sıradan bir edebiyattan ne farkı kalırdı?
Evet, tavavvuf hâl ilmidir, ama yine de bir ilimdir. Teorik bir dil kullanması kaçınılmazdır bu yüzden. Her defasında sağlaması hâl ile yapılacak bir dil...
Kelimeleri değil sadece, terimleri de olan bir dil...
Nefs meselesinde de önce ikili/üçlü tasnifler kullanılmış, sonra dörtlü tasnif yaygınlaşmış, en nihayet bu tasnif de yedi mertebe olarak kemâline erdirilmiştir.
Dikkat edilmesi gereken, burada, itibarın itibar-ı aklî olmasıdır. Bu tür tasnif ve tertiblerden maksad, bazı ayrıntıları ifade etme ihtiyacıdır.
Niçin?
Sırf insanın ruhî/manevî yaşamını kavramsallaştırmak için. İrfanı —mümkün olabildiği kadarıyla— ilme dönüştürmek için. Talibin, insan yaşamının en köklü tecrübeleriyle hiç değilse zihnen yakınlık kurmasına yardımcı olmak için.
Tertib ve tasniflerin nassî değil aklî, itikadî değil inşâi olmasının hikmeti budur.
Bazı ustalar Varlığı ikiye ayırmış, bazıları dörde, bazıları yediye, bazıları kırka...
Maksada hizmet ettiği ölçüde hepsi de caizdir.
Bu türden teorik inşâların devrin bilim anlayışıyla uyum içerisinde olduğunu bilmek gerek. Nitekim klasik fizik, tıb ve psikoloji ilkeleri nazar-ı itibara alınmadan bu yapıları derinliğine kavramak mümkün değildir.
İnsanın en köklü hâllerine ilişkin kadîm kavramsal yapılarla çağdaş dindarlığın bir türlü yakınlık kuramamasının en temel nedeni, bu yapıların arkasındaki bilimsel çerçevenin analiz dışı bırakılmış olmasıdır.
Sözgelimi İbn Arabî'nin veya Hz. Pir-i Mevlanâ'nın kullandığı dilin, o devrin tıb ve psikoloji verileriyle uygunluk arzettiği ve Tevil'in/Yorum'un gücünü artıran bir cihetin de doğrudan bu uygunluk olduğu dikkate alınacak olursa, acaba devrin tıb ve psikolojisi nazar-ı itibara alınmadan tek başına Füsûs'un veya Mesnevî'nin hakkı verilebilir mi?
Aslâ!
Bu sorunun sorulmasında ve bu cevabın verilmesinde bir fevkaladelik yok!
Suâli şöyle soralım o hâlde, ve erbab-ı himmetten bir cevap bekleyelim:
Geleneksel yapılar, meselâ tasavvufî ve felsefî ruh/nefs/akıl/beden nazariyatı, bugünün bilimsel verileriyle ne denli uygunluk içerisindedir?
Modern insanın sorunlarını, çelişkilerini, çıkmazlarını yorumlamak bakımından geleneksel nazariyâtın açıklama gücüne ne kadar güvenebiliriz?
Farklı temellerden köken alan yapıları birbirleriyle karşılaştırmak mümkün müdür? Mümkünse bu karşılaştırma hangi ilkeler, hangi veriler çerçevesinde gerçekleştirilebilir?
Farklı bilimsel paradigmaları karşılaştırmak mümkün, peki ya duygusal (dinî) bir yapı ile kavramsal (aklî) bir yapıyı?
...
İslâm dünyası kavramsal olanla duygusal olanı dikkatle tefrik edebilecek entelektüel kararlılıktan yoksun görünüyor.
Tamir ettiği çatının üzerine yıkılmasından korktuğu için, entelijensiya, 'dinî' metinleri tartışılması (doğrulanması veya yanlışlanması) hem gereksiz, hem imkânsız 'edebî' metinler derekesine indirgemekten hiç çekinmiyor.
Bugün adına Tasavvuf denilen cereyanın bir zamanlar bilimsel karşılığı İlm-i Hak ve/veya İlm-i Vücûd idi.
Şimdiyse tasavvuf edebiyatı. Aklı yere seren değil, akıldan kaçan mistifikasyonlar mecmuası.
"Anlamazsın, yaşaman gerekir" hakikatini vulgarize eden ciddiyet yoksunluğu.
Bir adım sonra, mürid biriktirme hevesi.
Hakikat talibinin siyaset dışı kalmak konusundaki hassasiyetini anlayabilirim, ama bilim-dışı, akıl-dışı kalmayı bir marifet gibi sunması karşısında susamam.
Kaal İlmi'nden vazgeçtik, Hâl İlmi'ni ise öpüp başımıza koyuyoruz.
Peki ya, ilimden/irfandan yoksun sözümona 'hâl' şarlatanlığını?
Onu da tüccarâna terkediyoruz; talibin ayaklarının dibine...
Şarlatanlığın üstesinden gelebilirse ancak talib yolun hakkını verebilir.
Gayenin.
Aşk u iştiyakın yani.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder